Ana içeriğe atla

Şefik Öncü'yle Diyarbakır'da kısa bir gezinti / Nezirê Cibo

Sevgili arkadaşım Şefik Öncü kaç gündür Diyarbakır da.
Sanırım Avrupa'dan Memlekete ikinci gelişi. Görüşme ve ziyaret trafiği oldukça yoğundu. Buna rağmen ara ara buluşma fırsatı bulduk.

Dile kolayı yılların özlemi… Yılların biriktirdiği o kadar şey vardı ki, konuşulacak
o kadar konu, hatırlanacak o kadar anı ve ortak tanıdık vardı ki doğrusu bazen
hangisini konuşayım, hangisinden söz edeyim, hangisinden başlayayım diye kendi
payıma şaşırdığım oluyordu.

Öyle ya hangisinden, kimden söz etmeli? Geçmişten mi? Bu günden mi? Avrupa'da kilerden mi? Kürdistan'dakilerden mi? Hangisinden? Yoksa göçüp gidenlerden mi? Hangisinden, kimden ve nereden başlamalı acaba? Bu durumda
şaşırmamak mümkün mü? Bu duyguyu daha önce gelen birçok arkadaşla yaşadım.

Ama yinede bir yerlerden başlıyor ve gâh geçmişe gidiyor gâh bu güne dönüyor gâh
geleceğe... Başlayınca da ardı arkası su gibi geliyordu.

Bu gün (28.03.2007) beraber bir yemek yeme bahanesiyle yine buluştuk. Oturduğumuz yer, bizim kuşağın çok iyi anımsayacağı Tek kapıdan sur dışına çıkışta hemen soltarafta yerinde şimdi yellerin estiği eski Töb-Der binasının bulunduğu yerin hemen karşısında, mütevazı ama temiz ve güzel yemekleri olan bir lokaldi. Önce doğu
damak tadında bir güzel karnımızı doyurduk. Ancak oturuşumuz sanırım Avrupa tadında oldu, çünkü masadan kalkmak için hiç acele etmedik. Sohbet ede ede yemeklerimizi yedik. Sonrada ince belli bardaklarda tavşankanı çaylarımızı yudumlamaya başladık. Sohbet konumuz yine çok zengindi ama bir konuda yoğunlaştı; Diyarbakır.

Şefik'in Sur içi Diyarbakır Belediye başkanı Sayın Abdullah Demirbaşla yaptığı
röportajını netkurd'te okumuştum. Sanırım konu ondan başladı. Sayın Demirbaşın
anlattığı projeleri konuştuk ve konu konuyu açtı;

Son yıllarda köylerin boşaltılması ve Diyarbakır'ın aldığı büyük göç nedeniyle şehir
mozaiğinin bozulduğundan, bir türlü köylülüğü aşamayan toplumumuzun göçlerle biraz
daha köylüleştiğinden, çevre kirliliğinden, hiç ama hiç susmayan sağır edici korna
seslerinden, mütemadiyen ve hiç sakınmadan sağa sola tüküren insanlardan, rasgele ve
gelişi güzel etrafa çöp atmalardan dolayı her tarafın çöp yığını olduğundan ve
Diyarbakır'a hiç yakıştırmadığımız daha birçok şeyden konuştuk. Konuşmamayı
yeğlerdim ama kirlenen politikalardan, ikimizin de yakındığı hiç değişmeyen güdük,
çapsız politik anlayışlardan ve daha birçok şeyden konuştuk.

Kuşkusuz Diyarbakır'a yakışan birçok güzellikten de konuştuk. Mesela tarihi
zenginliği, kültürel birikimi ve surlardan… Diyarbakır söz konusu olunca tarih
konuşulmaz mı? Binlerce yıllık muhteşem tarihi surlar unutulur mu? Sayın
Demirbaş'ın deyimiyle, “taşı kara ama bahtı açık olan” Diyarbakır ve surları söz
konusu olunca doğrusu konuşulacak çok şey vardı ama artık dışarı çıkıp bir hava alma
ihtiyacı hissettik. Zaten çaylarımız da bitmişti.

Dışarı çıktık. Hava çok ama çok güzeldi. Pırıl pırıl bir güneş vardı. Çift kapıya
doğru yürüdük. Şefik, hem Mardin kapı civarında bulunan bir Kültür Merkezini görmek hem de yıllardır görmediği Diyarbakır sokaklarını ve surlarını biraz gezmek
istediğini söylüyordu. Bunun üzerine Çift Kapıdan sur içine girdik. Urfa kapı ve
Oradan Mardin kapıya doğru yürümeye niyetliydik. Bir süre surları takip ederek
yürüdük. Sonra surlara çıkmaya karar verdik. Bu sırada benim yükseklik korkum
nedeniyle ufak bir kriz yaşadık. Şefik'in çok rahat çıktığı yer bana çok yüksek
geldi ve çıkamadım. Daha ilerde surların iyice alçaldığı bir yerden çıkmayı
başardım.
 
Artık Diyarbakır o çirkin, biçimsiz beton yığınlarıyla, tarihi güzellikleriyle,
yoksulluklarıyla, zenginlikleriyle, Dicle vadisiyle, Gazi Köşküyle, ayaklarımızın
altındaydı. İkimizde de fotoğraf makinesi vardı. Bol bol fotoğraf çektik. Mardin
kapıya yaklaştıkça Dicle vadisi görünmeye başladı. Doğrusu enfes görünüyordu. Bir
yandan Seman Köşkü (Gazi Köşkü) diğer yanda Hevsel bahçeleri, hafif fıstıki yeşile
bürünmeye yüz tutmuştu. Bu güzel manzarayı bir süre seyre daldık.

Mardin kapıda surlardan aşağıya indik. Oradan eski bir dostu, Vedat'ı ziyarete
gittik. Bir süre mezarı aramak zorunda kaldık ama sonunda yaşlı bir kadının
yardımıyla bulduk. Daha önce Vedat'ı ziyaret etmiştim. O zamanlar mezarı haraptı.
Kaç yıldır görmemiştim. Ararken herhalde yaptırılmıştır, bu nedenle tanıyamadık diye
düşünüyordum. Ne var ki yıllar önce gördüğüm aynı harap mezardı. Mezar taşları
kırılmış, kırılan beton bloğunun paslı demir şişleri çıplak kalmış, sağa sola
bükülmüştü. Yaşlı kadına nedenini sorduk. Mezarın yaptırıldığını ancak her defasında
görünmez eller tarafından tahrip edildiğini söyledi. Şefik'in ve mezar'ın başında
zafer işareti yapan yaşlı kadının fotoğrafını çektim.

Vedat'tan ayrıldıktan sonra ziyaret edeceğimiz derneği aramaya koyulduk. Aradığımız
yerin Mardin kapı dan Hançepek'e doğru giden sokakta olduğu söylenmişti ya da Şefik
öyle anlamıştı. Kervansarayın arkasından sokağa girdik. Bilindiği gibi sokağın bir
tarafı sur öteki tarafında iç içe, tıkış tıkış o bildik, yoksul evler sıralanıyordu. Yıllar vardı ki bu sokağa girmemiştim. Görmeyeli oldukça değişmişti.

Orijinalliğine pek itina gösterilmemiş olsa da Surların bu kesimi yer yer onarılmış,
oldukça bakımlı ve sağlam olduğunu söyleye bilirim. Sokak, Diyarbakır'ın bütün
sokakları gibi çok tozlu ve kirli olmasına rağmen onarılmış, baştanbaşa kilitli
taşlarla döşenmişti.

Kuşağımız iyi hatırlar. Bundan 25 yıl önce bu sokaklara girdiğimizde Xançepek
delikanlısı o kendine has “kırık” edasıyla devrimci ağabeylere gayet içten
saygılarını sunar ve “size yanlış yapan varsa söyleyin icabına bakalım. Bizde
devrimciyiz, ağabey” demeyi de ihmal etmezdi. Kuşkusuz sokağa girdiğimizde böyle bir
karşılamayı beklemiyorduk. O günlerin çok geride kaldığını biliyorduk ama yinede
gördüğümüz manzara bizi şaşırttı.

Her köşe başında 15–20 yaş arası genç çocuklar vardı. Sokağa girer girmez bütün
gözler üzerimize çevrildi. Pekiyi bakışlar değildi bunlar, oldukçada kötü ve
düşmanca… Sokakta ilerleyince sağdan soldan “ çaktırmadan” gözetlendiğimizi fark
ettik. Bir an ‘Amerikan filmlerinde gördüğümüz o belalı zenci mahalleleri gibi' diye
içimden geçirdim.

Şefik; ‘aslında arkadaşlar, o sokaklara girerseniz kendinize dikkat edin, pek tekin
yerler değildir. Çantalarınıza, telefonlarınıza dikkat edin, kapa bilirler diye
uyarmışlardı' Dedi. Ama girmiş bulunuyorduk artık ve “çaktırma” maya çalışıyorduk.
Önümüzde üç kişi yüksek sesle tam bir “kırık lügatiyle” bol küfürlü, hararetli bir
tartışmaya tutuşmuştu. Bu arada o tipik “kırık” yürüyüşüyle, arada bir yere
tükürmeyi ihmal etmeden yavaş yavaş ilerliyorlardı. Bizde kendinden emin,'korkumuz
yok' gibisinden pozlar takınmış, arkalarından yürüyorduk ama her adımda güvende
olmadığımızı hissediyorduk. Sokakta bir süre ilerledik. Tarif edilen yerde aradığımız derneği de bulamayınca daha ileriye gitmekten vazgeçtik. Daha doğrusu, giderek daralan ve tenhalaşan sokaklara girmeyi göze alamadık. Geri döndük.

Şefik haklı olarak; ‘İnsanın kendi memleketinde, hele Diyarbakır'da rahat
gezememesi, ne kötü…' Diyordu. Böylece kısa turumuzu noktalamaktan öte bir başka
sefere erteledik. Yürüyerek Balıkçılar başına, oradan bir şehir içi minibüse
atlayarak Ofise semtine gittik.
 
8.04.2007
 
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu – 4 / Nezîrê CIBO

Fransız İşgaline Karşı Kürt Direnişi ve Beyandur Olayı: Fransızlar Cezireye geldiklerinde Şamar Aşiret reisi Mişel Başo El Erba onları “memnuniyetle karşıladı”. Böylece Fransız desteğini alarak rakibi Tay aşireti ve Kürtlere karşı avantaj elde etti. Şamar liderinin kışkırtmasıyla Fransızlar, Kürtler üzerindeki baskılarını arttırdılar. Birçok Kürt aşiret reisini tutukladılar. Bunların birçoğunu Beyandur köyünde boğazlarına kadar toprağa gömdüler, sonra da aç köpekler saldırtarak hepsini öldürdüler. Suriye Komünist Partisi yayın organ Direseti İştiraki ’de 1985 yılında yayınlanan bir yazıda olayla ilgili şunlar yazılıyordu: “Fransızlar Beyandur köyünün tepesinde bir kışla kurmuşlardı ve Kürt ileri gelenlerini tutuklayıp onları canlı halde boğazlarına kadar toprağa diktiler. Osê isminde (Tilminar köyünden) birini öldürdükten sonra diğerlerini de bu şekilde toprağa dikip üzerlerine aç köpekler saldırtarak öldürttüler, diğer aşiret reisleri kaçtı, tutuklanan bazıları ise sürgün edild

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı - 1/ Nezirê CIBO

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı / Nezirê CIBO Nezîrê CIBO Kürt tarihi; istilacılara, yağmacı ve çapulculara karşı başkaldırılar tarihi olduğu kadar ihanetler ve iç çatışmalar tarihidir de. Kürt özgürlük hareketlerinde de bu ikili at başı gitmiştir. Başlayan her başkaldırı beraberinde ihanetin izlerini de taşımıştır. Büyük ozan Ahmedê Xanî’nin Mem û Zîn ‘indeki büyük aşk ile aşıkların peşini hiç bırakmayan o kötü adam Bekoewan gibi… Kuşkusuz  bu doğal bir diyalektiktir. Özgürlük-kölelik, aydınlık-karanlık, gerçekliğin iki yüzüdür. Biri olmadan öteki olmaz. Ancak onurlu ve insanca bir yaşam için aydınlığın karanlığa, özgürlüğün köleliğe baskın gelmesi de bir zorunluluktur. Kürt insanı bugüne kadar bütün uğraşlarına rağmen aydınlık yüzü görememiş ise, bunu engelleyen birçok nedenin başında bu iç çekişmeler, siyasi çatışmalar, aşiretler arası kavgalar, kan davaları ve ihanetler vardır. Tarihimizin bu dramatik olduğu kadar ders verici sayfaları ne yazık ki yeteri

Turabidin’den Baltık’a

Kürt Toplumunda Aşiretin Önemi