Uzun süredir Diyarbakır merkeze bağlı, asıl ismi Kürthalil olan, ancak Devletin asimilasyoncu politikaların sonucu "Körhalil" olarak değiştirilen köye gitmek için fırsat kolluyordum. Cahfer, yıllarca cezaevinde yatmış, bir süre önce cezasını bitirmiş ve tahliye olmuştu. Tahliye olduktan sonra da bu köye yerleşip bir çiftlik kurmuş, hayvancılıkla uğraşmaya başlamıştı. İşte köye gitmek isteyişimin nedeni arkadaşım Cahferi ziyaret etmekti. Nihayet bu gün fırsat bulabildim. Bir arkadaşımın; “Hani Cahfer’i ziyaret etmek istiyordun ya, bugün kendisi de Diyarbakır’da; onu da alıp birlikte köye gidelim.”demesi beni çok sevindirmişti. Çünkü tatildeydim ve başka da programım yoktu.
Kürthalil, Silvan-Diyarbakır yolunun 30.kilometresinde, yolun sol tarafında küçük ama şirin bir köydür. Öğle saatleriydi, güneş tam tepedeydi. Atladık arabaya. Cahfer’i alıp Seyrantepe-Fakülte istikametinden Silvan yoluna girdik. Yıllar vardı ki bu yolda seyahat etmemiştim. Eskiden Batman’a gitmek için bu yol çok sık kullanılırdı. Ancak Bismil üzerinden Batman’a giden daha kısa ve “güvenli” yeni yolun açılmasıyla bu eski yol kullanılmamaya başlandı.
Fakülte yokuşunu geçtikten sonra Dicle Vadisi’ne hâkim tepelerde yapılan villaları görünce içimden: “Diyarbakır, Dicle’yi yeni keşfediyor.” demekten kendimi alamadım. Çünkü son yıllarda kentin sürekli göç almasıyla inşaat sektöründe (son dönemde hafif bir kriz yaşanmasına rağmen) büyük bir hareketlilik vardı. Kent koca bir beton yığınına dönüşüyor ;ancak ,her ne hikmetse, yapılan inşaatların %90’ı Siverek Yolunda ya da Siverek- Ergani anayollarının arasında kalan bölgede bulunuyordu. Şehir, adeta Dicle’den uzaklaşıp ironik bir şekilde Karacadağ’a yaklaşıyor. Oysa dünyanın hemen her yerinde, kent mimari yapılanması -yakınlarda varsa eğer- nehir veya su boyları ve kıyılarında şekillenir. Şehirler nehirleri kucaklar. Zorunda kalmadıkça hiçbir şehir dağlara yönelmez. En güzel konutlar, eğlence merkezleri nehir kıyılarında, su boylarında kurulur. Ama Diyarbakır, kadim Dicle kıyısında olmasına rağmen şehir giderek ondan uzaklaşmaktaydı. Yıllardır güzelim Dicle, kendi haline bırakılmış, yatağında sessiz sedasız akıp duruyor. Kıyısında, artık tarihe karışmaya yüz tutmuş Hevsel Bahçeleri’nde ufak çapta bostancılıkla uğraşanları bir kenara bırakırsak neredeyse bütün şehir Dicle’ye küsmüş ve sırtını çevirmiş. Üstüne üstlük herkes, Dicle’den intikam almak istercesine, onu boğup yok etmek için atık sularını ve pisliğini Dicle’ye kusuyor. Bir zamanların o berrak, masmavi suların yerine artık bir çamur yığını akıyor. Vaktiyle en güzel köşklere, yazlıklara, mesire yerlerine, ev sahipliği yapan Dicle Vadisi, şimdilerde bira şişesi, naylon poşetler ve çöp yığınlarına mekan olmuş. Dicle küskün ve dargın…
İşte Dicle Vadisi’ne bakan tepelere kurulan villaları görünce bunları düşündüm ve Diyarbakır’ın yeni yeni de olsa Dicle’yi tekrar keşfetmesine, yüzünü ona çevirmesine sevindim. Bir şeyi daha düşündüm: Büyükşehir belediyesinin öteden beri dillendirdiği Dicle Vadi Projesi’nin bir an evvel hayata geçirilmesinin bu kente ve Dicle’ye yapılacak büyük bir iyilik olacağını… Bu duygularla Dicle vadisini geçtik.
Silvan yolunda ilerlerken bu sefer kuraklığın vurduğu tarlaların acınası hali gözlerimize takıldı. Aslında acınası olan dededen kalma yöntemle tarım yapan çiftçilerimizdi. Yol boyunca sağlı sollu uzanan tarlalarda sararmış, güdük ekinler, biçilmeye değer görülmediği için hayvanların otlanmasına terk edilmişti. 30-40 km boyunca aynı manzarayı seyrederek yol aldık. Binlerce çiftçi ailesinin bir yıllık çaba ve emeğinin bu şekilde heba olması hüzün verici olduğu kadar bu arazilerin koca Dicle’nin kıyısında, ona en yakın noktada bulunmalarına rağmen, kuraklıktan etkilenmesi de bir o kadar düşündürücü…
Nihayet köye vardık. Önce arkadaşın çiftliğine uğradık. Çiftlik henüz yeni kurulmuştu; eksikleri vardı. Çiftlikte toplam 20 adet cins inek vardı. Bir süre köy işlerine ve hayvanlara çok yabancı olduğumuzu her halimizle belli ederek öylece gezindik. Ahırlara girdik. Siyah beyaz benekli, oldukça iri, cins inekleri seyredaldık.
Bu arada arabasıyla geldiğimiz arkadaşın sevimli ve oldukça zeki oğlu Armanç, yüzünde hınzırca bir gülümsemeyle yanıma yaklaştı ve:
— Nezir amca kenelere dikkat et! dedi
Aslında bana şakayla karışık takılıyordu. Ama ne saklayayım tedirgin olmadım diyemem. Günlerdir kenenin sebep olduğu ölümcül “Kırım Kongo Kanamalı Ateşi” hastalığıyla ilgili haberleri okuyorduk. Gayrı ihtiyarı sağıma soluma bakınmaya başladım. Envai çeşit canlının bulunduğu bu ortamda sadece gazetelerde resmini gördüğüm “ünlü” keneyi tanımanın çok zor olduğunu görmek, doğrusu beni daha da tedirgin ediyordu.
Cahfer’in: “Haydin eve gidelim!” demesi beni ziyadesiyle sevindirdi. Ev, çiftliğe oldukça yakındı. Tipik lakin gerçekten çok temiz bir Kürt köyeviydi. Burnumuz, keskin hayvan ve tezek kokusuna enikonu alışmışken evin hoş ve temiz havası oldukça iyi geldi. Uzunca, dikdörtgen bir oda, döşek ve yastıklar karşılıklı dizilmişti.
Cahfer’in hoş sohbet babasıyla tanıştık. Yün döşeklere uzanıp, yastıklara sırtımızı dayadık. Hemen, temiz bir tepside ayran ve yanında buz geldi. Ayranın yağı alınmıştı ama yine de kana kana içtik. Aslında davetsiz misafirdik. Öğle yemeğini de gelmeden yemiştik. Yemek hazırlıklarını fark ettiğimde: “Sakın yemek hazırlamayın, tokuz.” dedim. Ama çok kısa bir süre sonra yer sofrası seriliverince çaresiz(!) kaşığa sarıldık. Önümdeki tabağın dibi görününce Cahfer’in babasına gösterip:
“Bakın bu tok halimdi, yoksa hiçbir tabağınızı boş bırakmazdım.” diyince odadakilerin hepsi kahkahayı koyuverdi.
Yemekten sonra tekrar çiftliğe gittik. Veteriner hekim bekleniyordu. İneklerin hepsi hamileymiş. Onları muayene edecekmiş. Biraz sonra veterinerimiz geldi. Boynunda stetoskobu, üzerinde hastanelerde cerrahların üzerinde görmeye alışık olduğumuz yakasız, açık mavi renkte bir elbise vardı. Ne varki, kelimenin tam anlamıyla her tarafı kir pas içindeydi. Kısa bir tanışma ve sohbetten sonra aletlerini aldı ve ahıra girdi. Bir an kene korkusunu bir kenara bırakarak arkasından gittik. Tek tek inekleri muayeneye etmeye başladı. Onu ilgiyle izledim. Onu izlerken, ilk geldiği anda oldukça yadırgadığım üzerindeki kirin nedenini anladım ve ona karşı ön yargılı davrandığımı kabul ettim. Hayvanları muayene ederken adeta onlarla kucaklaşıyor, sarmaş dolaş oluyordu. Hayvanlar zaman zaman huysuzluk yapıyor, tekme atıyorlardı. Bu sefer de kucaklaşma yerine boğuşma başlıyordu.
Veteriner bir ara mola verince ona, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığını ve keneyi sordum. Doğrusu anlattıkları ilginçti. Özetle şunları söyledi:
“Kene, hayvanların bulunduğu her yerde yaşar ve onların kanıyla beslenir. Doğal olarak hayvancılıkla uğraşan insanlar keneyle de yakından tanışır ve sık sık kene tarafından ısırılmaları kaçınılmazdır. Ancak her kene bu hastalığa sebep olmaz. Hastalığı oluşturan bir virüstür. Bu virüs laboratuar ortamında yetiştirilip kenelere enjekte edilir. İşte sözü edilen hastalığın oluşması, bu şekilde virüs taşıyan kenelerin ısırmasıyla mümkündür. Sıradan, her kene ısırığı hastalık yapmaz. ”
Halk arasında bu türden söylentilere kulak misafir olmuştum; ama “senaryo” deyip geçmiştim. Oysa şimdi bir tıp adamı benzer şeyler söylüyordu. Sizce de ilginç değil mi?
Veterinerimizin hayvanlarla kucaklaşma ve güreşme faslı devam ediyordu; ama bizim ayrılma vaktimiz gelmişti. Köyün tam orta yerinde, bir direğin tepesinde, bu güne kadar gördüğüm en büyük leylek yuvasının birkaç fotoğrafını çektikten sonra Kürthalil, pardon(!) Körhalil’den ayrıldık... Dicle Vadisi’ne ulaştığımızda surlar, güneşle vedalaşıp aya ve yıldızlara “merhaba” demek üzereydi.
01.06 2008
Yorumlar
Yorum Gönder