Ana içeriğe atla

Arap Çölü’nün Ortasında Küçük bir vaha

Güney Kürdistan’a kısa bir geziden notlar

Daha önce, bir iki kez Zaxo’ ya kadar gitmişliğim vardı. Saddam’ın  devrilmesi ve Kürdistan Federe Devletinin kurulmasıyla oluşan bir avuç özgür Kürt topraklarına gitmek için can atıyordum desem yeridir. Ne var ki bu güne kadar fırsat bulamadım. Bir çok kez karar vermiş, hazırlık yapmış ama gidememiştim. Nihayet fırsat çıktı ve kısacık ta olsa Kürdistan’a bir gezi gerçekleştirdim.   

Diyarbakır’dan bir yolcu otobüsüyle yola çıktık. Batman, Hasankeyf ve Midyat’ta bir yemek molasından sonra Habur sınır kapısına vardık. Geçiş işlemleri için iki  uzun kuyrukta, iki saati aşkın bekledik. Hava çok soğuktu. Beklerken fazlasıyla üşüdük. Nihayet işlemlerimiz bitti, karşı tarafa, yani özgür Kürdistan topraklarına ayak bastık. Ne var ki artık akşam olmuş ve karanlık basmıştı. Türk tarafında yediğimiz soğuktan sonra bir o kadarını burada da yeriz diye korkuyordum. Açıkçası işlemlerin daha yavaş yürüyeceği ve daha uzun bir süre kuyrukta bekleriz diye  bir tedirginlik sarmıştı beni. Ama yanıldığımızı hemen anladık. Giriş kapısında pasaportlarımız toplandı. Sivil giyimli, polis her yerde polistir dedirten cinsten, gençten biri kaba sayılacak bir ifadeyle, “Herin salonê, herin salone” diye seslendi. Bunun üzerine gösterdiği yöne doğru  yürüdük. Salona girişin hemen karşı duvarında Büyük Barzani’nin  kravatlı, koca bir portresi bizi karşıladı. Doğrusu bu karşılama beni ziyadesiyle heyecanlandırıp sevindirmekle birlikte, nedense boğazıma bir düğümün takılmasına da sebep oldu.  Salon oldukça  lüks, temiz ve rahattı. Girer girmez hoş bir sıcaklık yüzümüze vurdu. Deri koltuklara oturduk ve işlemlerimizin bitirilmesini bekledik. Sırayla isimlerimiz okunuyordu. İsmi okunan pasaportunu alıyordu. Doğrusu, Türk tarafında çektiğimiz sıkıntıya benzer bir muamele beklerken gördüğümüz bu rahatlık ve kolaylık Kürdistan topraklarında karşılaştığım ilk güler yüzdü. Her nedense kafamda daha hantal, yoksul, çattık kaşlı ve geri bir sistem algısı vardı. Tersi durumla karşılaşınca doğal bir şaşkınlık geçirdim. Şaşkınlığı yanında, sınır kapısında oluşturulan modern sistemiyle, düzgün kıyafet ve üniformalarıyla güven veren, işlerini bilen polis ve görevlileriyle, resmi ve meşru bir Kürt oluşumuyla karşılaşmanın bir Kürt olarak bende bıraktığı mutluluk ve gurur da vardı. 

İşlemlerimizi tam bitirmiştik ki bizi karşılamaya gelen dostlarımız geldiler. Tanışma faslından sonra bir yorgunluk çayı teklifini memnuniyetle kabul ettik. Diyarbakır’da onlardan çok olan orta hali restoran türü bir yerde oturduk. Hemen çaylarımız geldi ama banim açımdan gelen çay değil katran renginde, başka bir şeydi. Bardağın neredeyse yarısına kadar toz şekerle doldurulmuş, çok ağır bir çay… Oysa ben çayı açık ve şekersiz içiyordum. Birkaç kez geri çevirdikten sonra nihayet istediğim kıvamda açık ve şekersiz çayım geldi ve koyu sohbet arasında keyifle yudumladım.

Sohbetimiz bitmedi ama çaylarımız bitince dostlarımızın özel arabasıyla Duhok’a doğru yola koyulduk. Gece 10 gibi konağımıza vardık. Yerimizin ayrıldığı Newroz Motele gittik. Sıradan, lüks olmayan bir moteldi ama oldukça temiz ve rahattı. Bizi karşılayan dostlarımızla geç saatlere kadar, yedik, içtik, sohbet ettik.

Rahat bir uykunun ardından sabah kalktığımda yaptığım ilk iş, pencereden gündüz gözüyle Özgür Kürdistan’ın güzel şehri Duhok’u seyretmek oldu.  Şehir merkezinde bulunan otel penceresinden bakıldığında, ilk bakışta Kuzey Kürdistan’ın herhangi bir şehrinden pek farkı olmayan sıradan bir şehir görünümüydü… ama hemen bir fark gözüme ilişti; tam karşıda yükselen dağın zirvesine yakın bir yamaca kazılan büyükçe bir Milli Kürt bayrağı. Doğrusu sabahın ilk ışıklarıyla Ala Renginin görüntüsüyle uyanmak her Kürt gibi beni de ziyadesiyle sevindirdi ve heyecanlandırdı.

Hafif bir kahvaltıdan sonra dışarı çıktık. Huyum olduğu üzere dikkat ettiğim ilk şey çevre temizliği oldu. Doğrusu Duhok’un eski halini bilmediğim için kıyas yapamadım ama genel olarak pek kirli görmedim, oldukça temizdi diye bilirim. Hatta Diyarbakır la kıyas yaptığımda daha temiz olduğunu söyleye bilirim. Sokak ve caddelerde çöp yığınları yoktu. Bir şey daha yoktu yada çok azdı; korna sesi…evet gerçekten, kuzey Kürdistan’la kıyasladığımda, hele Diyarbakır’la kıyasladığımda korna sesi hiç yoktu. Trafik ışıklarında duran arabalar sarı yanar yanmaz –Kuzey Kürdistan’ın bir çok şehrinde olduğu gibi -  hep beraber kornaya asılmıyorlardı.  

Trafik akışında dikkatimi çeken bir diğer husus, lüks arabaların bolluğuydu. Araba markalarından pek anlamam ama çoğu jip tipi lüks arabalardı. Her yönüyle emekleme evresinde olan böyle bir ülkede bunca lüks arabanın olması büyük bir israf değil mi? Diye kendi kendime sormadan edemedim.

Biraz gezindikten sonra, üzerimizde Türk parasından başka paranın olmadığını fark ettik ve günlük harcamalar için döviz bozdura bileceğimiz bir yer aradık. Batman, Nusaybin vb Kuzey Kürdistan şehirlerinde görülen döviz ve yabancı marka mal alış veriş yapan, yoksul görüntülü pasajlara benzer bir pasaja uğradık. Evet görüntü olarak “pasajén kaçaxçiya” adı verilen bu pasajlara benziyordu ama biraz daha yakından bakınca farklılıklar göze çarpıyordu. Öncellikle  o kapkaççı kapitalist anlayışın yok ettiği insana, komşuya olan güven ilişkisinin burada hala yaşadığını görmek mümkün. Öyle ki para balyaları vitrinde sergileniyor, ana cadde, kalabalığında kucakta, oradan oraya taşınıyor. Onca paranın girip çıktığı o küçük dükkan sahiplerinin derme çatma camlı kapılarını sadece basit bir kilit çevirerek, korumasız hatta açık bırakıp karşı komşuya “ben çıkıyorum, gözün burada olsun” anlamında bir işaret verip çıkmaları,  Paranın zırhlı arabalarla, kaytan bıyıklı, otomatik silahlı, babayiğitlerin koruması altında taşındığına, binlerce ton ağırlığındaki çelik kasalarda saklandığına  alıştığımız, bir ülkeden gelen bizler bu duruma şaşıp kaldık, desem yeridir.

Bir miktar döviz bozduktan sonra bir süre daha gezmeye devam ettik. Bu sefer Ahmedé Xanénin büyükçe heykelinin bulunduğu noktadan, yukarılara doğru yükselen beton basamaklara bir süre tırmandık. Basamakların bittiği noktaya geldiğimizde nefes nefese kalmıştık. Burada aşık oldukları her hallerinden belli olan, genç bir çifte rastladık. Son basamakta oturmuş,  birbirine sokulmuş, fısır, fısır konuşuyorlardı. Bizi görünce hiç istiflerini bozmadılar. Bizde onları rahatsız etmemeye gayret ettik. Şehre hakim o noktadan “Duhok a rengin” nin birkaç resmini çektim.

Bir süre daha yokuş yukarı yürüdükten sonra, Duhok Üniversitesi’ne bağlı “The Center Of Kurdish Studies And Archives”a vardık. Burada Sayın Prof. A. Fattah Botaniyi ziyaret ettik. Arapçaya çevrilecek olan kitabım üzerine bir süre sohbet ettik ve çevrilen nüshanın bir kopyasını gözden geçirmek üzere alıp ayrıldık. Çıkış kapısına kadar bizi uğurlayan Prof. Botani, “bu gece misafirimizsiniz” dedi.  

Otele dönmek için bu sefer yürümeyi göze alamadık ve bir taksi çevirdik. Krem rengi taksi çok temiz ve lükstü. Biner binmez, şoför bize “Hun bi xêr hatin” dedikten sonra hemen emniyet kemerini taktı ve hareket etti. Beni Federe Kürdistan’da şaşırtan ve aynı derecede sevindiren  şeylerden biride bu “küçük” gelişmeydi. Beni şaşırttı çünkü ben çok gelişmiş(!) ülkeden, Türkiye’den, Kürdistan’ın kalbi büyük Amed’ten geliyordum. Bu gibi küçük şeyleri hiç dert etmeyen diyarlardan, bir taksi şoförünün emniyet kemerini takmasının acayipsendiği, saniye başı kornaya asılmayanın adam yerine konulmadığı “ileri” bir ülkeden geliyordum. Şaşırmam gayet doğal değil mi?  Alçak ve rahatsız etmeyen bir sele çalınan güzel hoş bir Kürtçe müziğin eşliğinde devam eden küçük seyahatimiz otelin önünde son buldu. Taksi şoförün bu medeni tavrını önceleri bireysel bir alışkanlık diye düşündüm ama kısa sürede öyle olmadığını, büyük oranda genel bir alışkanlık olduğunu anladım. 

Otele çıkmadan acıktığımızı hissettik. Otelin altında bulunan lokantaya girdik. Gayet temiz ve nezih bir yerdi. Duvarlar, başta Büyük Barzani olmak üzere, Mesut Barzani, Mam Celal, Neçirvan Barzani’nin posterleriyle süslenmişti. Bir süre isimlerini bilmediğimiz, çoğunu ilk kez gördüğümüz  yemekleri inceledikten sonra, garson ve aşçının yardımıyla kararımızı verdik. Seçtiğim yemek “Hebit” adı verilen bir çeşit et yemeğiydi. Aslında basit bir yemek olmasına rağmen damak tadıma uygun ve lezzetliydi. İnce, uzun bir çeşit pirinçten yapılan pilav eşliğinde iştahla yedim… yemeğin yanında bol yeşil salata ve yine ismini bilmediğim bir sürü meze vardı. Aslında hepsinin ismini küçük not defterime yazmıştım ancak defterimi kaybettim.  

Yemekten sonra, Duhok Üniversitesinin düzenlediği kitap fuarına gittik. Fuar oldukça modern ve büyük bir salondaydı. Salonun giriş kapısından girerken bir çok resmi kurumda görüldüğü gibi tam karşı duvarda Büyük Barzani’nin portresi ve Ala Rengin bizi karşıladı. Orta doğunun çeşitli ülkelerinden gelen bir çok yayın evi ürünlerini sergiliyordu. Binlerce kitap stantların üzerine serilmiş, okuyucuların beğenisine sunulmuştu. Ne var ki kendini iyi bir okuyucu sanan ben, tek bir kitap almadan ayrıldı. Çünkü kitapların hepsi ya Arapça yada Arap alfabesiyle yazılmıştı ve ben Arapçayı bilmiyordum. Yinede stantları gezip bir çok kitabı alıp, karıştırmaktan kendimi alamadım. Her zaman hissettiğim Arapçayı bilmemenin eksikliğini en çok bu fuarda hissettim diye bilirim. Gençlik yıllarımızda çok rahat öğrenme imkanı olduğu halde, “devrimcilik” yapmaktan fırsat bulamadık. Daha doğrusu önemsemedik çünkü “devrim” her şeyden önemliydi. Öğrenmenin yaşı yok derler. Acaba bu yaştan sonra çalışsam söker miyim acaba, diye düşünüyorum.  Bence eli kalem tutan bütün Kuzeyli Kürt yazar ve araştırmacıların bu dili öğrenmesinde büyük fayda vardır. Çünkü Kürt tarihi ve kültürü ile ilgili bir çok kitap, belge ve doküman bu dille yazılmıştır. Ayrıca Kürt federe Hükümetinin de Arap Alfabesinden vazgeçme gibi bir niyeti yoktur, en azından şimdilik… Buda Arap Alfabesi ve Arapçayı  Kürt aydın ve yazarları için daha da önemli kılmaktadır.

Fuarı ziyaret ettiğimiz saate Türkiye’deki fuarlarda görmeye alışık olduğumuz o gürültülü, boş kalabalıklar yoktu.  Tenha sayılırdı, her standın başında birkaç kişi vardı ama eller boş değildi, dolu poşetler taşyorlardı.  

Gece, A.Fettah Botani’nın misafiriydik. Misafir edildiğimiz yer, Saddam döneminden kalan bir restoran idi. Yemekte, 10-15 kişi vardı. Çoğu bürokrat, akademisyen ve siyasetçiydi. Tanışma faslından sonra, birkaç resim çekmek istedim ama nedense pek hoş karşılanmadığı için vazgeçtim. Masada yine çoğu bana yabancı türlü türlü meze vardı. Sıcak yemek olarak balık ve “dikıl” adını verdikleri pilav üstü horoz eti ve balık vardı. Doğrusu yemeklerin lezzetine diyecek yoktu.

Masada Kürtçenin dışında dil konuşulmadı; Kürtçenin Soran ve Kurmanci lehçeleri… Biz Kuzeyli Kürtler gibi, egemen dil(Arapça) hiç konuşulmadı diye bilirim. Aslında bu Türkiye Kürtleriyle Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürtler arasındaki önemli bir ayırımdır. Biz Türkiye Kürtleri, günlük yaşamımızda yoğun olarak Türkçe konuşuruz. Evde, sokakta, pazarda hep Türkçe konuşulur. Çocuklarımızın isimleri Azat, Welat, Heval’dır ama bir çoğu anadilleri olan Kürtçeyi bilmez. Anneler sokakta o bozuk Türkçeleriyle “oğlim, Azat” veya “kizim Zelal” diye çağırır. Oysa diğer parçalardaki Kürtler öyle değil, günlük yaşamlarında Kürtçe konuşurlar. Özelikle Suriye ve Irak Kürdistan’ında yaşam tamamen Kürtçedir.

Kürtlerin bütün sohbetlerinde olduğu gibi gece boyunca sohbetin ağırlığı yine siyasetti. Ne saklayayım, o monoton siyasi içerikli sohbetler bana çok sıkıcı ve çekilmez geliyor. Ama elden ne gelir, bu coğrafyada Kürde siyaset yapmaktan başka seçenek bırakılmamıştır. Yinede, ev sahibi dostlarımızın, o akıcı ve benim kafa göz yaran Kürtçeme hiç benzemeyen temiz Kürtçeyle yapılan sohbetlerini keyifle dinledim. Sohbet konusu daha çok Kuzeyde sürdürülen mücadele ve Suriye deki gelişmelerdi. Sohbetlerde güneyli siyasiler net olarak üç mesaj veriyorlardı; Kürtler birlik olmalı, Kuzeyde silahlı mücadele yerini barışçı siyasete bırakmalı ve Suriye’de Çok temkinli olunmalı, Beşar Esat desteklenmemeli. Zaman zaman bana Kuzeyle ilgili, en çokta Diyarbakır belediyesi ve çalışmalarıyla ilgili sorular soruluyordu. Dilim döndüğünce cevap vermeye çalıştım.

Duhok’ta kaldığım ikinci ve üçüncü günlerde, zamanın büyük bölümü kitabın Arapçaya çevrilmiş nüshalarını incelemekle geçti. Zamanım kısıtlıydı, üç gün içinde bitirmem lazımdı. Doğrusu zor bir işti. Çünkü ben Arapça bilmiyordum. Bu nedenle biri okuyor, bir diğeri Türkçeye ya da Kürtçeye çeviriyordu. Bende gerekli olan değişikliği yada eklemeyi yapıyordum.  Bu nedenle de gönlümüzce gezemedik, görmeyi çok istediğim bir çok dost ve yere uğramayı başka serfe bıraktım.  
  
Evet gezimiz kısa sürdü. Dördüncü günde öğleye doğru, özgür topraklara doymadan ayrılmak zorunda kaldım. Bir dostumuzun özel arabasıyla yola çıktık. Bir saat sonra Zaxoya vardık ama o de ne, Saxo’dan dumanlar yükseliyor. Kürt güvenlik güçleri şehre girişi çıkışları kapatmış, şehrin girişinde uzun bir araba kuyruğu oluşmuştu.  Olağan üstü bir durumun olduğu belliydi. Şehrin üzerini kara bulutlar kaplamıştı. Yola yakın bir yerden alevler yükseliyordu. Bulunduğumuz yerden sıradan bir yangın vakası gibi görünüyordu.  Bir saat kadar bekledik. Bu arada kuyrukta beklerken önümüzde Diyarbakır’a giden bir yolcu otobüsü gözümüze ilişti. Ben vedalaşıp otobüse geçtim. Bir süre daha bekledik. Nihayet yol açıldı ve şehre girdik. Sınır kapısına girmeden otobüs benzin almak için bir benzinliğe girdi. Bu arada indim ve etraftan olayı sordum. İlk ağızdan bana “fuhuş yapan bazı randevu evlerine halkın tepki gösterdiği ve ateşe verildiği” söylendi. Ancak sonradan olayın insanlıktan nasibini alamamış, softa bir güruh tarafından çıkartıldığını öğrendim. Söz konusu zihniyet Gayrı Müslim Kürtlere yönelik öfkesini bir bahaneyle kusmuş,  restoran ve iş yerlerine saldırı düzenleyip ateşe vermiştir. İşte Zaxo’unun üzerini kaplayan kara bulutların sebebi de buydu. Kürt yetkilileri ve basının açıkladığına göre, bu olayların arkasında başta Türk ve İran istihbarat güçleriyle Kürdistan’ın istikrara kavuşmasından tedirgin olan uluslar arası karanlık güçlerin parmağı vardır.  Oysa Güney Kürdistan’a ayak bastığımız ilk gün bizi karşılayan, sınır kapısından bizi alıp özel arabalarıyla Duhok’a kadar eşlik eden, ağırlayan, dünya tatlısı Yezidi kardeşlerimizdi. Güney Kürdistan’a ayak bastığımız ilk günden beri gülümseyen yüzümüz ilk kez bu talihsiz olaylar nedeniyle asıldı. Ama yine basından öğrendiğimize göre Kürt hükümeti ve yetkilileri ciddi önlemler almış ve olayları kontrol altına almışlardır. Ayrıca olaylar sırasında zarar gören vatandaşların zararlarının karşılanacağını, yakılan yıkılan konut veya iş yerlerinin yeniden onarılması   ve mağduriyetlerinin giderilmesi için her türlü önlemin alınacağının öğrenilmesi yüreklere bir nebze su döküyordu. 
   
Aslında zaman zaman karanlık güçlerin çıkarttığı bu tür provokativ  olaylar yaşanmakla birlikte Kürt federe Hükümeti, oluşumundan bu güne bölgede yaratılan huzur ve güven ortamıyla, çok sesli parlamentosuyla, demokratik uygulamalarıyla, hızlı ekonomik kalkınmasıyla dikkat çekmektedir. Kuşkusuz alınması gereken daha epey yol olmasına rağmen, hali hazırda bir çok yönüyle Arap çölünün ortasında küçük bir vaha görünümündedir. Bu gün bölgeye giden herkes bunu açıkça göre bilmektedir. Bu yakınlarda yöreye giden Türk gazetecilerinden Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay aynen şöyle yazıyor: “Kürdistan kargaşa içinde bir aşiretler diyarı değil, Irak'ın en güvenli, en huzurlu ve görece en kalkınmış bölgesidir” Şahin Alpay, izlenimlerinde daha bir çok şey anlatıyor ama biz yolculuğumuza devam edelim.

Zaxo’dan itibaren yolculuk yaptığım otobüste benimle birlikte beş kişi daha vardı. Bu altı kişiden üçü şoför, şoförün babası ve kardeşiydi. Yani otobüsün sahipleriydi. Geriye üç yolcu kalıyordu. Son model koca otobüs üç yolcuyla Süleymaniye’den geliyordu. Yaşlıca babaya sordum; Otobüsünüz neden boş, hep böylemidir. Bu durumda zarar etmiyor musunuz? Karşılık olarak “hayır, her gün böyle değil, bu gün tatil günüdür, bu nedenle yolcu yoktu.” Dedi. (Güneyde Perşembe ve Cuma günü hafta sonu tatilidir)Ancak daha sonra yolculardan biriyle yaptığım sohbette, olayı farklı anlattı; “Sen onun söylemine bakma. Gerçi Türkiye’den dolu gidiyorlar ama dönüşte genellikle koltukları boş dönüyorlar. Onların kazancı, yolcu taşımadan çok sigara, benzin vb malların kaçakçılığından geliyor.” Doğruluk derecesini bilmiyorum ama Güney ile Kuzey arasında çok yönlü(Ticari, siyasi, kültürel…) yoğun bir trafiğin yaşadığı gerçek.   

Sınır kapısında bu sefer çok beklemeden, rahat bir geçiş yaptık. Yine Midyat’ta bir yemek molası ( Me disa Tirşik a Midyadé xwar) Hasankeyf, batman ve Diyarbakır…        
  

   
































Yorumlar

  1. Dest xoş, mamoste Nezir. Duhoka rengin di nivisa te de héj rengitir e. Slav u réz. Serkevtin ji tere.

    Serdan

    YanıtlaSil
  2. https://www.youtube.com/watch?v=PvSgtKJURxI

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu – 4 / Nezîrê CIBO

Fransız İşgaline Karşı Kürt Direnişi ve Beyandur Olayı: Fransızlar Cezireye geldiklerinde Şamar Aşiret reisi Mişel Başo El Erba onları “memnuniyetle karşıladı”. Böylece Fransız desteğini alarak rakibi Tay aşireti ve Kürtlere karşı avantaj elde etti. Şamar liderinin kışkırtmasıyla Fransızlar, Kürtler üzerindeki baskılarını arttırdılar. Birçok Kürt aşiret reisini tutukladılar. Bunların birçoğunu Beyandur köyünde boğazlarına kadar toprağa gömdüler, sonra da aç köpekler saldırtarak hepsini öldürdüler. Suriye Komünist Partisi yayın organ Direseti İştiraki ’de 1985 yılında yayınlanan bir yazıda olayla ilgili şunlar yazılıyordu: “Fransızlar Beyandur köyünün tepesinde bir kışla kurmuşlardı ve Kürt ileri gelenlerini tutuklayıp onları canlı halde boğazlarına kadar toprağa diktiler. Osê isminde (Tilminar köyünden) birini öldürdükten sonra diğerlerini de bu şekilde toprağa dikip üzerlerine aç köpekler saldırtarak öldürttüler, diğer aşiret reisleri kaçtı, tutuklanan bazıları ise sürgün edild

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı - 1/ Nezirê CIBO

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı / Nezirê CIBO Nezîrê CIBO Kürt tarihi; istilacılara, yağmacı ve çapulculara karşı başkaldırılar tarihi olduğu kadar ihanetler ve iç çatışmalar tarihidir de. Kürt özgürlük hareketlerinde de bu ikili at başı gitmiştir. Başlayan her başkaldırı beraberinde ihanetin izlerini de taşımıştır. Büyük ozan Ahmedê Xanî’nin Mem û Zîn ‘indeki büyük aşk ile aşıkların peşini hiç bırakmayan o kötü adam Bekoewan gibi… Kuşkusuz  bu doğal bir diyalektiktir. Özgürlük-kölelik, aydınlık-karanlık, gerçekliğin iki yüzüdür. Biri olmadan öteki olmaz. Ancak onurlu ve insanca bir yaşam için aydınlığın karanlığa, özgürlüğün köleliğe baskın gelmesi de bir zorunluluktur. Kürt insanı bugüne kadar bütün uğraşlarına rağmen aydınlık yüzü görememiş ise, bunu engelleyen birçok nedenin başında bu iç çekişmeler, siyasi çatışmalar, aşiretler arası kavgalar, kan davaları ve ihanetler vardır. Tarihimizin bu dramatik olduğu kadar ders verici sayfaları ne yazık ki yeteri

Turabidin’den Baltık’a

Kürt Toplumunda Aşiretin Önemi