29 Temmuz 2010
1925 Hareketi Sonrası Havêrkan ve Kürdistan’da Durum
1925 Hareketi Sonrası Havêrkan ve Kürdistan’da Durum
1925 Hareketi bastırıldıktan sonra, Şeyh Sait ve arkadaşları Diyarbakır İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkûm edildiler. Mahkeme başkanı verilen idam kararlarının gerekçesini şöyle açıklıyordu:
“Sizlerden bazıları, hükümetin yönetimsel yolsuzluklarını ayaklanmanın gerekçesi olarak ortaya sürdü, bir başkaları halifeliği savundu, ama bir sorun konusunda, hepiniz birlik içindeydiniz: Bağımsız bir Kürdistan yaratmak istiyordunuz.”[1]
29 Haziran 1925 sabahı 47 Kürt savaşçısı idam sehpalarına doğru götürülüyordu. Mahkeme sırasındaki hukuksuzluk ve acımasızlık, cezaların infazı sırasında da devam etti. Denilebilir ki dünyada benzeri olmayan bir hukuksuzluk ve acımasızlık örneği sergilenerek, mahkûmların son istekleri bile yerine getirilmeden infazlar gerçekleştirildi;
“Elleri arkadan bağlı mahkûmlara birer beyaz gömlek geçiriliyor, boyunlarına mahkeme kararının özeti asılıyor, sonra tek tek darağacına götürülüyordu.
Mahkûmlara asılmadan önce, ‘son istekleri’nin sorulması ihmal edilmiyor, ama istekler yerine de getirilmiyordu.
Hanili Mustafa Bey, ‘son arzusu’ sorulduğunda, ‘önce beni asın. Oğlumu ipte görmeyeyim’ diyordu.
Fakat isteği kabul görmüyor, önce, oğlu Mahmut asılıyordu. Mustafa Bey, oğlunun darağacına yürüyüşünü, boynuna sicimin geçirilişini, taburesinin çekilmesini seyrediyordu. Sonra, yaralı yüreğiyle sehpaya yürüyordu.”[2]
Bu idamlardan on üç yıl sonra Dersim İsyanı sonrası kurulan idam sehpalarının önünde yine babalar ve oğullar vardı; Yine “Babalar, oğullarını darağacında görmek istemiyorlardı.
Seyid Rıza, henüz 17 yaşını bitirmemiş Reşik Hüseyin’e ayrıca düşkündü. Onu darağacında asılı görmek istemiyordu.
- “Beni oğlumdan önce asın”, dedi.
Yusufanlı Kamer de, “beni oğlumdan önce asın” diyordu.
Fakat tersini yaptılar. Babalara, son anlarında evlat acısı yaşattılar. Seyid Abdulkadir ve Şeyh Sait’in idamında olduğu gibi, önce oğulları asıp babalara seyrettiler.”
Babalar, idam edilmeden önce, bir kez de evlat acısıyla öldüler…[3]
1925 idamlarında hemen bütün savaşçılar benzer uygulamayla ipe götürüldü. İpte sallanan her savaşçının ardından çoğunluğu asker, sivil devlet görevlileri ve ailelerinden oluşan seyirciler arasında alkış tufanı kopuyordu. Bu şekilde başta Şeyh Sait olmak üzere 47 Kürt savaşçısı asıldı.
Hareket sonrası tahribat ise çok büyüktü. Binlerce cana mal olmuştu. Kürdistan yeniden hükümet güçlerinin kontrolüne girmişti. Baskı ve zülüm Şeyh Sait ve arkadaşlarının asılmasıyla bitmedi. Tam tersine korkunç bir terör ve kıyım hareketi başlamıştı. Türk idarecileri, bir yandan ayaklanmaya katılmış olsun olmasın tehlike gördükleri birçok Kürt ileri geleni yakalayıp İstiklal Mahkemelerine teslim edip, ağır cezalara çarpıtırken, diğer yandan köyler yakıp yıkılıyor, binlerce insan yerinden yurdundan ediliyor, uzak diyarlara sürülüyordu. Bunların çoğu herhangi bir yerleşim yerine varmadan açlıktan, yorgunluk ya da hastalıktan ölüyordu. “Kürtlerin en büyük kaybı, çarpışmalarda değil, daha sonra gerçekleşti; arazileri tahrip edildi, köyleri yıkıldı, halk sürgüne gönderildi; Türk zabitleri, askeri ve jandarma zulüm ve katliama girişti. Bu gaddarlıklar ve mezalim isyan esnasında ve sonrasında yani 1925 senesinde hayli yoğun olmakla birlikte, 1926-27 seneleri zarfında hafiflemeksizin devam etti.”[4]
Kürt insanına uygulanan mezalim tüyler ürpericidir. Bu coğrafyanın bütün insanları Türkü, Kürdü, herkesin işlenen bu insanlık suçlarını bilmesine hakkı vardır. Tarihi gerçekler saklandığı kadar geçmiş, geçmiş karardığı kadar, gelecek de kararır. 1925 sonrası Türk ve Kürt tarihini anlayabilmek, bu tarihin bir parçası olan Hevêrkan’da yaşanan olayları daha sağlıklı değerlendirebilmek için devletin Kürt sorununu çözme adına başvurduğu çözümsüzlüklere, yaşatılan dramlara, akıl almaz uygulamalara kısaca değinmekte yarar vardır. Aslında bunları yazmak için sayfalar yetmez. Yine de yazmaya çalışacağız.
İsyandan hemen sonra hazırlanan ünlü Şark Islahat Planı Yasası çerçevesinde; “…her anlamda Türklüğü egemen kılmak” ve Kürtlük adına ne varsa yok etmek veya etkisizleştirmek için bir yandan askeri operasyonlar son hızla sürdürülürken, diğer yandan, “…bu vatan içinde bulunanları behemehal Türk yapmak(I. İnönü: Türkleştirme. 1936) için çok kapsamlı bir asimilasyon ve sürgün politikası devreye sokuldu. Bu politika dönemin İngiliz diplomatlarının raporlarına da yansımıştı.
“…Pratikte bu yasa( Şark Islahat Planı Yasası NC) sınırsız sayıdaki Kürdü ve Ankara’daki yetkililer tarafından serkeş olarak değerlendirilen diğer unsurları Doğu vilayetlerinden taşımaya yetki vermektedir. Onlarla ilgili olarak, yasa, hükümeti genel olarak Kürt bölgesinden ve özelde ise Beyazit vilayetinden 2000 isyancı aileyi (başka yerlere çn.) transfer etmeye yetkili kılıyor. 20 Nisan tarih ve 192 sayılı telgrafımda belirttiğim gibi, hükümet 1915′te Ermeni azınlığı oldukça başarılı şekilde yok eden siyasetini, savaş verdiği Kürt unsurlarına da uygulamaya şimdiden başlamıştır. Ermenilerin zorunlu göçünde kullanılan temel unsurlarından olan Kürtlerin, sadece 12 yıl sonra Ermenilerle aynı kaderi paylaşma tehlikesi altında olmaları kaderin garip bir cilvesidir. George R. Clerk”[5]
Gerek isyan sırasında gerekse de isyan sonrasında yapılanları, İngiliz diplomatın yaptığı gibi kaderin bir cilvesi saymak; ya İngilizlerin o günkü sömürgeci çıkarlarına uygun davranmanın bir gereği olmalı, ya da tarih boyunca bu coğrafyada da izlenen istilacı, politikalardan bihaber olmayı gerektirir. Ne var ki İngiliz diplomatına, Türkler tarafından “kullanılan temel unsurlardan olan Kürtler” konusunda hak vermemek elde değil. Çünkü bu “kullanılma” sadece Ermeni tehcirinde değil çok daha eskiye dayanıyor; Türkler, Bizans’ı Anadolu’dan onları “kullanarak” çıkarttılar ve Anadolu’ya yerleştiler. Onların sayesinde haçlı saldırılarını bertaraf edebildiler. Doğu Anadolu’yu onların sayesinde defalarca Rus, Iran saldırılarından koruyabildiler. “Sahip olduğumuz meclis, Türk ve Kürk halkalarının meclisidir.” Diyen M. Kemal, onları “kullanarak” Fransızları Güney doğuya sokmadı ve Türk Ulusal Kurtuluş Savaşını onları ‘kullanarak’ başarıya ulaştırdı. Ne var ki, Türk milliyetçileri(!) hala ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ diye söylenirler. Yaşar Kemal, haklı olarak bu vefasızlığa kızmakta ve şunları söylemektedir:
“Ülkemizde milliyetçi kisvesine bürünmüş ırkçılar var. Onların dillerine pelesenk ettikleri bir sözleri var: Türkün Türk’ten başka dostu yok.’ Bir ülke halkına bundan daha korkunç bir söz edilmez. Hele Kürtlere böyle sözler etmemelisin. Kürtler sana gücenir. Sevgili milliyetçi dostlara söyleyeyim ki sevinsinler, rahat etsinler. Türkün Türk’ten başka dostu var. Gizli saklı değil. Malazgirt’ten bu yana Kürtler Türklerle dost.” (Yaşar Kemal)
Ama bir türlü bu dostluğu göremeyen Türk’ün Kürde reva gördüğü Yavuz Sultan Selim’den bu yana hiç değişmedi; İnkâr, yok etme, şiddet ve sürgün… Türk’ün Kürd’e reva gördüğü, aynı zamanda bir şair olan, sultanın aşağıdaki dörtlüğünde çok güzel dile getirilmiştir:
Kürde fırsat verme ya rab, dehre Sultan olmasın
Ayağını çarık sıksın, asla iflah olmasın
Vur sopayı al ekmeği karnı bile doymasın
Ol çeşmeden gâvur içsin, Kürde nasip olmasın
İlginçtir; araştırmamızın devam ettiği günlerde (12 Eylül 2006) Diyarbakır’da TIT (Türk İntikam Tugay)’tarafından gerçekleştirilen ve çoğu çocuk 11 kişinin ölümüne neden olan katliamdan sonra aynı örgüte ait bir internet sitesinde bu dörtlük çarpıcı bir şekilde yeniden dillendirilerek Kürtlere gözdağı veriliyordu. Üstelik “En iyi Kürt ölü Kürt’tür.” diyerek şair(!) sultanın dörtlüğüne katkılar yapılıyordu.
Osmanlının şair sulatanı Yavuz Sultan Selim’in bu satırları yazdığı tarih 1515′tir. Ondan 415 yıl sonra 1930′da yeni Türk Cumhuriyetinin başbakanı, İsmet İnönü yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
“Bu ülkede yalnız Türk ulusu, etnik ve ırki taleplerde bulunabilir. Başka hiçbir unsurun buna hakkı yoktur.” Aynı tarihlerde İnönü’nün Adalet bakanı Mahmut Esat Bey medeni dünyanın demokrat insanını güldürecek türden bir söylemle şöyle haykırıyordu:
“Bizler, dünyanın en hür ülkesi olan Türkiye’de yaşıyoruz. Sizlerin mebusu olan ben, kendi görüşlerimi, bütün içtenliğimle anlatmak için, sizlerden daha iyi dinleyici bulamam. Bundan ötürü, duygularımı gizlemeyeceğim. Türk, bu ülkenin tek efendisi, tek sahibidir. Menşei bakımından temiz(saf) olmayan Türklerin bu ülkede bir tek hakkı vardır: Hizmetçi olmak, köle olmak hakkı vardır. Bu gerçeği, varsın dostlarımız da, düşmanlarımız da unutmasın.”[6]
Türkiye Cumhuriyetinin en yetkili ağızlarından çıkan bu sözler, her ne kadar medeni dünya insanını gülümsetmişse de, 1925 Kürt Hareketi sırasında ve sonrasındaki uygulamalarıyla sözlerinin eri olduklarını, atalarının yolundan ayrılmadıklarını da kanıtlamışlardır. Yavuz Sultan Selim’in yolundan giderek şiddet, yok etme, korkutma ve sindirme, başvurdukları yegâne yöntem olmuştur.
“Armstrong, Kürt halkına karşı olan kırımın gayet belirgin tablosunu çizerken şöyle yazdı: Kürdistan ateş ve süngüyle harap edildi. Erkekler işkenceden geçirilip öldürüldü, köyler yakıldı, ovalar ateşe verildi kadın ve çocuklar kaçırılarak öldürüldü. Türkler, Kürtlerden öç alırken, gaddarlığı ve kana susamışlığı bakımından, Türklerin Sultan yönetimi döneminde Yunanlara, Ermenilere, Bulgarlara… karşı gerçekleştirdiği kırımdan hiç de geri kalmayan bir katliam uyguladılar. Kürtler, askeri bir süratle mahkemelerin kararı üzerine asılıyor, sürgüne gönderiliyor ve hapse atılıyorlardı.”[7]
Zinar Silopi isyan sırasında yakalanan bir isyancıya yapılanları böyle anlatıyor:
“Sivan aşiret reisi Kasım Ağa Köse yaralı olarak Hani nahiyesinin kuzeyinde… Müfreze kumandanı Ali Haydar’ın eline düşmüştü. Ali Haydar ateşte kızartılmış bir demir çemberi zavallının boynuna yapıştırarak canını dağlıyordu. Utanmadan ‘Kaso bu ne haldir?’ diye bir de alay ediyordu. Yapılan bu çok feci muameleye bir ah bile demeden kahramanca dayanan Kasım Ağa çok merdane bir tavırla ‘bu erkeklerin başına gelen bir haldir. Ne zulüm yapabilirsen yap.’ diye verdiği cevapla Ali Haydar’ın vahşi hislerini daha çok tahrik ettiğinden Ali Haydar Kasım Ağayı etrafındaki askerlere taşlatarak öldürttü.”[8]
Aynı eserde isyan halinde olan Hoyitili Nuh Beye yiyecek vermekle suçlanan bir köy muhtarına Takip Alayı Komutanı Tahir Bey tarafından yapılanlar anlatılıyor ki insanın algılama sınırlarını zorlayan türdendir;
“…Motika’nın Torin köyü muhtarı Çaçan ile oğullarının kollarını bağlatarak büyük bir kazanda kaynatılan kaynar suya birer birer batırarak haşladığını söylerken tüylerim ürpermektedir.”
Zinar Siopi’nin aktardığı olayın yaşandığı günden 85 yıl geriye gidiyoruz. Yıl 1837, Fransız gezgin Pojoulat Osmanlı paşası Hafız Paşa’nın tutsak ettiği bir Kürt reisine yaptıklarını anlatıyor:
“…Tutsak edilen, aşağı yukarı otuz yaşlarındaki yakışıklı bir görünüşe, güzel bir yüze sahip olan Kürt reisi, yönetimindeki aşireti içerisindeki işleri çok güzel yürüten bir kişiydi. Bütün olgunluğu ve heybetiyle konuşuyordu: ‘Kürt olmayan bir kimsenin bu ulusa efendilik yapmasını asla kabul etmem’ diyordu. Iki gün süren görüşme ve konuşmalardan sonra Hafız Paşa kararını verdi. Alanda kurdurttuğu bir kazanda kaynar su içerisine bu genci atarak öldürttü. Hafız Paşa’nın bu vahşice davranışı Kürt Beyi üzerinde hiçbir korku yaratmadı. Ölene kadar soğukkanlılıkla sigarasını içiyordu…”[9]
Görüldüğü gibi zihniyet ve yöntem aynı… Üstelik uygulamalar münferit olaylar değildir. Yüz yıllardır Kürtlere karşı uygulanan acımasız, insani duygulardan yoksun politikaların ürünüdür. Seksen beş yıl geçmiş, saltanat yıkılmış, cumhuriyet yönetimine geçilmiş, ama Yavuz Sultan Selimlerin, Kanunilerin, 2. Mahmut ve Abdülhamitlerin zihniyet ve yöntemleri devam ede gelmiştir.
1925 başkaldırısında suçlu suçsuz, ayrımı yapmadan, yapılan işkence ve kıyım bir yana isyanla hiçbir ilgisi olmayan, hatta isyana katılmadığı gibi açıkça karşı tavır alan, devlet güçlerinin yanında yer alan birçok Kürt ileri geleni ya havadan sudan bahanelerle ortadan kaldırılıyor ya da uzak diyarlara sürgün ediliyordu. “İsyan başladığı tarihten bir sene geçmeden Kürdistan’ı Kürtlerden boşaltmak isteyen Ankara Hükümeti ilk önce aşiret reislerini, tanınmış kişileri Kürdistan’dan Anadolu’ya nakletmeye başladı. Dikkate şayan olan cihet Türk Hükümeti, isyan anında kim kendisine yardım ettiyse önce bunları ilk kafile olarak sürgüne göndermesiydi.” (Zinar Silopi, Doza Kürdistan). Bu “ilk kafilede” yer alan bazı ünlü Kürt ileri gelenleri şunlardır: Haydaran Aşiret lideri, Hamidiye Alayları komutanlarından Kör Hüseyin Paşa ve bazı aile efradı, Bruki Aşireti Reisi Kinyas Kartal ve akrabaları, Garzan ağalarından Cemilê Çeto, Ademanlı Ali Begê Mirze Ağa, Zilan aşiret reisi Resul Ağa, Xoyti aşiret reisi Hacı Musa Bey, ünlü Kürt âlimi Said-i Kürdi (Bediüzzaman) ve Havêrkanlı Çelebi Ağa. Bunlara benzer yüzlerce Kürt ileri geleni isyana katılmadıkları halde topraklarından, her türlü mal varlıklarından koparılarak bin bir türlü eziyete maruz bırakılarak, günlerce aylarca süren yolculuklar sonucunda Anadolu’nun uzak yerlerine sürülüyorlardı. Üstelik bu diyarlara ulaşmak da herkese nasip olmuyordu. Yüzlercesi yaya olarak yapılan o dayanılmaz yolculuk koşullarına, açlığa, susuzluğa ve askerin yaptığı işkencelere dayanamayıp geride bir mezar taşı bile bırakmadan yaşama veda ediyordu.
Binlerce sürgünden biri olan Said-i Nursi’nin sürgünü, devletin gözünde isyana katılmış olsun olmasın Kürt olan herkesin potansiyel suçlu olduğuna dair çok bariz bir örnek olması açısından üzerinde durmaya değer.
Said-i Nursi (Bediüzman) “Müslüman’ın Müslüman kanı dökmesi hiçbir şekilde caiz değildir.” Gerekçesiyle isyana karşı çıktığı gibi, katılmak isteyenleri de aynı gerekçeyle caydırmaya çalışmıştır. Isyana katılma eğilimde olan ve bu konuda ondan fetva almaya giden Hamidiye Alayları Komutanı Haydaranlı Kör Hüseyin Paşa’ya isyana katılmaması yönünde telkinlerde bulunur. Fetvayı alamayan paşa; “Seyda, sen kolumu kanadımı soğuttun. Ben, şimdi aşiretime dönsem, paşa korktu onun için vazgeçti, diyecekler” der. Bunun üzerine “Hazreti Üstat: Evet, korktu, onun için vazgeçti desinler, ama kan döktü demesinler.” der. Sonra Hüseyin Paşa veda edip ayrılırken de, Hazret-i Ustad Paşa’ya üç defa: Paşa kan dökme, kan dökme, kan dökme!”[10] diye tekrarladığı bilinmektedir. Paşanın bu telkinlere uyduğu isyana destek vermemesinden anlaşılıyor. Ama buna rağmen, paşa devletin hışmından kurtulamamıştır. Salt Kürt ve nüfuzlu bir şahsiyet olması nedeniyle “Müslüman Türk Hükümeti” tarafından sürgüne gönderilmekten ve her türlü eziyete maruz kalmaktan kurtulamamıştır.
“Türk idareciler, ayaklanmayı fırsat bilerek, yalnız ayaklanmaya katılanlara karşı değil, genelde Kemalistlere dürüst davranan en etkili Kürtlere karşı da kıyım uyguladılar. Sözgelimi Türkiye Büyük Millet Meclisi birinci seçim dönemi mebuslarından Kürt aydınlarının temsilcisi Hasan Hayri, Şeyh Sait ayaklanması sırasında Dersimlilere birçok defa mektup göndermiş ve onlara huzuru koruma tavsiyelerinde bulunmuş olmasına rağmen… Türk makamları, ayaklanmanın bastırılmasından sonra M. Kemalin kişisel emriyle Hasan Hayri ve yeğeni Celal Mehmet’i tutukladılar. İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Saip, Soruşturma sırasında Hasan Hayri’ye hitap ederek şöyle der: ‘Siz, Ankara’da Meclisin oturumlarına Kürt ulusal giysileriyle gidiyor ve bununla Kürtçülük propagandası yapıyordunuz.’
Hasan Hayri, kendisini savunurken Türkiye Büyük Millet Meclisi oturumlarına, Mustafa Kemal’in talimatına uyarak milli giysilerle gittiğini ve Lozan Konferansı’na telgraf göndererek, Kürtlerin, Türklerden ayrılmak istemediğini belirttiğini söyledi. Ama onun bu sözleri mahkeme üyelerini etkilemedi. Mahkeme üyeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin eski mebuslarından Hasan Hayri ve yeğeni Celal Mehmet’i aslında, yalnız Kürt doğmuş olduklarından dolayı idam cezasına çarpıtma kararı aldılar.”[11]
Garo Sasuni’nin olayları yaşayanların anlatımlarına da yer vererek aşağıda anlattıkları, mezalimin bir başka sayfasını çeviriyor;
“Her ne kadar Harput, Malatya ve Diyarbekir hapishaneleri darağacına gitme ve kurşuna dizilme dehşeti içinde olan binlerce Kürt ile doluyduysalar da, en acı olaylar daha uzak bölgelerde meydana gelmekteydi. Her bir köy grubu şu veya bu birliğin kumandasına bağlıydı ve oralarda davalar çok daha çabuk neticeleniyordu, kurşuna dizilme olayları vs.ler yankısız kalıyordu. Bundan başkada Kürtleri yok etme planı suçlu ile suçsuz arasındaki fark gözetilmeksizin uygulanıyordu. İşte bu şekilde köylerden ve köy gruplarından yüzlerce, binlerce tutuklu yollarda daima eritilerek bir kaza merkezine sürülüyorlar, daha sonra ise merkezden diğer bir merkeze yer değiştirilirken tekrar kırıma uğratılıyorlar ve sonuçta onlardan ancak yüzde on olağanüstü mahkemelere ulaş biliyorlardı.”
G. Sasuni devamla bir tanığa dayanarak anlatıyor:
“Bu tanığa göre Silvan ve çevresinde 468 tutuklu yola çıkartılır. Bunlardan ancak 250′si kaza merkezine sağ olarak varabilir. Aynı grup Diyarbakır’a vardığında sayısı 134′e iner. Oradan Harput’a doğru yola çıkartılırlar. Birkaç gün sonra yolda, yukarıda bahsedilen tanık (ki kendisi de bir tutukluydu) onlara Deve Boynu mevkiinde rastlandığında 134′ten yalnız 52 Kürt tutuklunun kalmış olduğunu görür ki, bunlardan da ancak 25′i Harput olağanüstü mahkemesine çıkabilme bahtiyarlığına kavuşabileceklerdi(!)”
Görüldüğü gibi sağ kalıp hükümet güçlerin eline düşenler ya İstiklal Mahkemeleri’nin darağaçlarında sallandırılıyordu ya da bu mahkemelere ulaştırılmadan yollarda yavaş yavaş yok ediliyorlardı, ya da Anadolu’nun en ücra diyarlarına sürülüyorlardı. Günlerce aylarca süren yolculuklar sırasında çekilen eziyetler, açlık, susuzluk, yorgunluk ve askerin yaptığı işkenceler çabası… Celadet Bedirxan Beyin çok haklı olarak vurguladığı gibi; “…tehcir Ermenilere mahsusu değildir. Bilhassa Ermenilerin tehciri bir kere olmuşsa, Kürtlerin birçok defa sürüp gitmiştir.[12]“
Kuşkusuz bütün bunlardan en çok isyan merkezi ve buraya yakın, isyana doğrudan katılan kesimler etkileniyordu, ama Kürdistan’ın hemen her tarafı, isyana destek vermiş olsun olmasın bu yıkım ve yok etme hareketinden şu veya bu şekilde nasipleniyordu.
Havêrkan da bu anlamda etkileniyordu ama denilebilir ki ilk başlarda bu terör kasırgasından en az etkilenen yörelerdendi. Bunun birkaç nedeni vardır; Birincisi, yöreden isyana kitlesel bir katılım olmamıştır. İkincisi, Haco’nun yukarıda anlattığımız taktiksel manevrası ya da devlet taraftarlığı. Üçüncüsü, Haco’nun rakibi Çelebi’ nin devletin yanında yer alması. Bu nedenledir ki sağ kalıp devlet güçlerinin elinden kaçabilen birçok Kürt, devletin hışmından kurtulmak için önce buraya sığınıyordu. Daha sonra da Suriye’ye geçiyordu.
Ancak bu durum pek uzun sürmedi. Devlet kontrolü tamamen sağladıktan sonra bu sefer dikkatini Kürdistan’ın diğer bölgelerine çevirdi. Bunların başında da Havêrkan vardı. Çünkü zaten mimliydi! Tarih boyunca devlet aleyhtarlılığıyla tanınmıştır.
Öncellikle bölgeye büyük bir askeri yığınak yapıldı. Birçok yeni karakol yaptırılarak jandarma birlikleri yerleştirildi. Sonrada tabir uygunsa büyük bir sürek avı başlatıldı. Yörenin birçok ileri geleni, aşiret liderini, şeyhi, aydını, okumuş milli duygular taşıyan birçok insanı, yurtseverlikleriyle ünlü mele adı verilen Kürt aydınlarını toplamaya başladılar. Birçoğu sorgusuz sualsiz tutuklandı, birçoğu Anadolu’nun uzak yerlerine sürüldü. Birçoğunun da akıbeti hakkında bugüne kadar bilgi edinilememiştir. Haco’nun oğlu Çaçan anlatıyor:
Şeyhten sonra, çok kan döküldü. Birçok Kürt ağası öldürüldü. Bizim yöreden olup benim tanıdıklarım, Cemilê Çeto, Emerê Temir vb. dışında Diyarbakır yöresinden birçok büyük ağa ve ileri gelen öldürüldü. Istisnasız hemen her gün, yedi, sekiz, on, on beş kişi idam ediliyordu. Bir ay boyunca böyle devam etti. Her gün onlarca Kürt ileri geleni idam ediliyordu.(Çaçan’la Röportaj, Hamit Kılınçaslan, Çira Dergisi)
Havêrkan’da da bunlar yapılırken devlet yanlısı ya da devlet aleyhtarı diye bir ayrım yapılmıyordu. Tek ölçü Kürt olmaktı. Öyle ki yıllarca, daha Osmanlıdan beri, milliyetçi Kürt akımlarına karşı devletin en sadık müttefiki olmuş birçok aşiret lideri de bu sürek avından kurtulamamıştır. Işte bunlardan biri Haco’nun amca çocuklarından, rakibi ve devlet yandaşlığıyla tanınan Çelebi’dir. Çelebi gerek Elikê Batê isyanında gerekse de Şeyh Sait isyanında devletin yanında yer almış, isyanın bastırılmasında rol almış, bu anlamda devlete büyük hizmetlerde bulunmuş biridir. Bu nedenle de kendinden emin, devletin kendisine dokunacağı aklına bile gelmemektedir, ama hiç beklemediği başına gelir; Jandarmalar bir gün kapısına dayanır ve alıp götürürler. Yıllarca haber alınamaz. Çok sonra, artık ömrünün son günlerinde Harput’ta sürgünde olduğu öğrenilir. Harput sınırlarının dışına çıkması yasaktır. Büyük Çelebi’nin cenazesinin bile Havêrkan’a gelmesine izin verilmez. Bu gün mezarının yeri bile bilinmiyor. Bilinen tek şey Harput’ta öldüğü ve orada gömüldüğüdür. Bu nedenle aile efradı, yemin içerken “Bi tirba Çelebî li axa Xarputê”(Harput topraklarındaki Çelebinin mezarı hakkı için…) derler.
Ve Haco İsyan Ediyor:
Çelebi başına gelecekleri tahmin bile edemiyordu ama Haco temkinliydi ve olacakları biliyordu. Bu nedenle de boş oturmuyordu, yoğun bir hazırlık içindeydi. Öncellikle, konfederasyona üye bütün aşiret liderleriyle toplantılar düzenleyerek, tek tek görüşmeler yaparak, onları birleştirmeye çalışıyordu. Öte yandan ulaşabildiği diğer bölgelerdeki, komşu aşiretlere de birlik çağrıları yaparak, devlete karşı Kürtleri birleştirmeye çalışıyor, Suriye ve Irak’taki Kürt liderlerine haberciler gönderiyor, destek istiyordu. Ne var ki bu çalışmalarında pek başarılı olduğu söylenemez. Yaptığı çağrılar, zaten kendisine bağlı olan aşiretler ve bazı bireysel katılımların dışında pek cevap bulamaz. Bu katılımların bir kısmı 1925 Hareketi’nin sona ermesiyle yöreye sığınanlar tarafından yapılmıştır. Bunlar arasında bizzat Şeyh Sait’in kardeşi Mehdi de vardı.
Haco bütün Kürtleri birleştirme çabası içinde iken amcaoğullarından Saroxan ile ihtilafa düşer. Yaşanan çatışmaların ardından Saroxan yenilir ve kendisine bağlı aşiret mensuplarıyla sınırın güneyine yani Suriye’ye geçer. Bu olay sonucunda Havêrkan’ın askeri güçleri yıprandığı gibi moralleri de bozulur. Ne var ki Havêrkan lideri öyle kolay pes edenlerden değildir. Hazırlıklarına devam eder.
Bu arada devlet güçleri de hareketliliği yakından izlemekteler. Zaten yörede her zaman devlet yandaşı olan aşiretler en ufak gelişmeleri yetkililere bildirmeyi bir görev sayarlardı. Haco’nun faaliyetlerini de günü gününe bölgedeki sivil ya da askeri birimlere iletiyorlardı. Yapılan hazırlıklar, aşiret güçlerinin durumu ve bölgedeki devlet aleyhtarı gelişmeleriyle ilgili düzenli bilgi verenlerden birisinin Harput’ta sürgünde iken ölen Çelebi’nin oğlu Hüseyin ve yandaşları olduğu söylenmektedir. Bilgi aktıkça alınan önlemlerde ona göre artıyordu. Başta Haco ve ailesi olmak üzere aşiretin diğer ileri gelenleri yakından izlenmekte, göz hapsinde tutulmaktadır. Birkaç kez Haco’yu tutuklama girişimleri olur ama başarılamaz. Ancak çember giderek daralmakta, Havêrkan demir bir kıskaca alınmaktadır.
1926′nın Mart’ında hareket başlar. Yine konfederasyonun merkezi olan Midyat’tın Mizizex köyünden başlayan isyan, Nusaybin sınır şeridi boyunca yayılır. Kürdistan’da tarih yine tekerrür ediyordu. Havêrkan güçleri bölgedeki karakollara özellikle de sınır karakollarına saldırarak ele geçirdiler. Resmi kurumlara el koydular. Sivil-askeri birçok görevliyi rehin aldılar. Geri kalanları da bölgeden kovdular.
Ancak hemen göze çarpan, isyanın çok büyük zaaf ve eksikliğe sahip olmasıydı. Yeterli hazırlıkların yapılmadığı, iyi bir zamanlamanın yapılmadığı, özellikle askeri anlamda büyük eksikliklerin olduğu açıkça görülüyordu. Ulusal olmaktan çok yöresel kalıyordu. Dolayısıyla akla şöyle bir soru geliyordu; Nasıl olurda Haco gibi askeri taktikleri bilen biri bu kadar zaaf gösteren bir hareketi başlatabilir? Bu soruya verilen cevaplar farklılık göstermiştir.
M.V. Bruinessen göre;
“İsyan çok kötü planlanmış gibiydi ve sebebi hiçbir zaman tam belli olmadı. Belki Kürtlere karşı Türk misillemesi bölgeyi etkilemişti. Muhtemelen daha önceden düşünülmüş, fakat uygulanamamış planlar vardı. Kürdistan’ın diğer bölgelerinde kendiliğinden küçük isyanlar olmaktaydı. Yine de Haco’nun Kürt ulusunun birliğiyle ilgili çağrısı bir karşılık bulamadı. Sadece zaten denetimi altındaki bazı komşu aşiretler ve diğer aşiretlerden şahsi katılımlar tarafından desteklendi. Bireysel katılanlar arasında Şeyh Sait’in Irak’a iltica etmeye çalışan kardeşi Mehdi de vardı. Birçok aşiret reisi ona tabi olmaktan korkmuştu.” (yage)
Seydayê Cegerxwin ise, Haco’nun Şeyh Sait isyanında sergilediği tutumun üzerinde yarattığı şaibeyi dağıtmak ve bir yerde Kürt kamuoyunda kendisini temize çıkartmak için yaptığı bir manevra olarak değerlendirerek şu ilginç ifadeyi kullanmaktadır: “Haco yağmurdan sonra ıslanmasın diye öküzün sırtını örtüyordu.”
M. Kalman yukarıda adı geçen eserinde, Haco’nun Mustafa Kemal’e karşı çıkmasının nedenini, daha önce sahip olduğu maddi ve manevi imkânların alınmak istenmesi olduğunu vurgulayarak şunları yazmaktadır:
“Haco Ağa, 1925′te M. Kemal’e inanarak dağdan iner ve aşiretiyle Şeyh Sait’in karşısında saf tutar. Buna rağmen M. Kemal bir sonra Haco’ya karşı tavır alır. Çünkü onu ve çevresinin etkisini iyi biliyor. İşine geldiği zaman kullandığı bu kişilerin kendileri için her zaman tehlike oluşturacaklarından endişe duyar ve bu kişileri topraklarından, gücünü aldıkları aşiretlerinden koparmak ister. Yani güç kendisindeydi. Kürt coğrafyasında 1. Dünya Savaşı’nın getirdiği otorite boşluğunu ortadan kaldırmıştı. Çok büyük bir ayaklanmayı bastırmıştı. Haco M. Kemal’in isteğini yerine getirmeyerek Suriye’ye sığınır.”(yage s.74-75)
Haco hareketi ve nedenleri, 14 Mart 1926 tarihli İsveç diplomatlarının raporlarına şöyle yansımıştı:
“…Şeyh Sait Isyanı sırasında Diyarbakır’a gelip hükümete bağlılığını bildirmiş olan Yezidi lider Haco, klan sistemi ve klan liderlerinin geleneksel iktidarının ortadan kaldırılmasına tepki olarak şimdi Şeyh Sait’in yaptıklarını tekrarlamaktadır…”[13]
Burada parantez açıp bir konuya açıklık getirilmesi gerektiğine inanıyorum; Şeyh Sait’in İstiklal Mahkemesindeki ifadesinde söylediği gibi bu raporda da Haco’nun yezidi olduğu belirtilmektedir. Bunun doğruluk payı yoktur. Havêrkan konfederasyonunda yezidi aşiretlerin olduğu ve Havêrkanlıların kökenlerinin Havri Yezidilerine dayanabileceği söylense de, Mala Osmanların ve dolaysıyla Haco’nun Sünni Müslüman olduğu bilinen bir gerçektir. En azından ailenin son yüz yıldan beri Müslüman olduğu bilinmektedir.
Ailenin bugün hayata olan büyüklerinden, Alikê Batê’nin torunu II. Alikê Bate ise isyanın zamansız ve yetersizliklerinin nedenini şöyle açıklamaktadır:
“Henüz hazırlıklar tamamlanmamıştı. Aranan destek bulunamamış, birlik sağlanamamıştı. Örneğin Cizre, Şırnak dolaylarındaki aşiretlere yapılan birlik çağrılarına henüz cevap alınmamıştı. Bu nedenle Haco’nun harekete geçme niyeti yoktu. Ama Çelebi taraftarları (Haco’nun amca çocuğudur). yapılan hazırlıkları günü gününe hükümete bildiriyorlardı. Zaten devlet gözünde potansiyel tehlike idi. Sürekli gözetim altındaydı ve izleniyordu. Bu nedenle devlet güçleri onu ve yakın arkadaşlarını yakalamak veya bir şekilde etkisiz hale getirmek için harekete geçer. Yakalanacağını anlayınca da mecbur kalır ve isyanı başlatır. Doğal olarak eksiklik ve yetersizlikler giderilememiştir.”
Nedenler ne olursa olsun, isyanın başarıya ulaşmasının en ufak bir şansı yoktu. Isyan lideri de bunu biliyordu. Dolaysıyla en az zararla işin içinden sıyrılma çareleri aranıyordu. Aslında çare de tekti; sınırın güneyine yani Suriye’ye çekilmek.
“Haco, Türk ordusu onu Suriye’ye geri çekilmeye zorlayana dek bu bölgeyi yaklaşık on gün kontrolü altında tutabildi. Fransızlar Suriye’nin kuzeydoğusunu henüz tamamen denetimleri altına alamadıklarından, Haco ve onu cezalandırmak isteyenler rahatlıkla bölgeye girip çıkabiliyorlardı.” (Bruinessen, yage).
Havêrkanlıların Suriye’ye Çekilişi:
Artık Kuzey Kürdistan’da barınmayacağını anlayan Havêrkan lideri, Suriye’ye çekilme kararı verir. Birçok resmi ve sivil devlet görevlisini sınırı geçene kadar rehin tutarak, bütün akrabaları, sadık dostları ve aşiret üyelerinden 400 aileyle birlikte güneye geçer. Bunların içinde birçok Süryani ve Yezidi Kürt ailesi de vardı. Havêrkanlılar ancak taşınabilir mal varlıklarını alabiliyorlardı. Taşınma devam ettiği süre boyunca birçok devlet memuru ve asker rehin olarak tutuldu. Ama buna rağmen sınırı geçme öyle kolay olmadı. Genellikle eli silah tutan gençler varsa eşleri, çocukları, alabildikleri eşyalarıyla sınırı geçerlerken, geride yaşlı hasta olanlar, topraklarından yurtlarından kopmak istemeyenler kalıyordu. Böylece aileler parçalanıyor, dağılıyordu. Üstelik kontrolü tamamen ele geçiren devlet güçlenin bin bir türlü baskı ve terörü de cabası… İsyancılar sınırı geçerken uçaklar sınır boyunca bütün köyleri bombalıyordu. Bombardıman günlerce devam etti. Köyler yerle bir ediliyordu. İnsanlar korkudan köylere giremiyordu. Birçoğu Suriye tarafındaki sınır köylerine sığınıyor, ya da tarlalarda aç açıkta barınmaya çalışıyordu. Köylerin çoğu artık oturulmaz hale getirildikten sonra sınır komutanları çağrılar yaparak ‘köylerine dönenlere kesinlikle dokunulmayacağını’ bildirdiler. Buna kananlar geri dönüyordu. Ama onları çok kötü sürprizler bekliyordu; ya topluca kurşuna diziliyor, ya bir daha geri gelmemek üzere bilinmeyen yerlere götürülüp yok ediliyor ya da evlere tıkılıp diri diri yakılıyordu.
Cegerxwin bizzat tanık olduğu bir olayı aktarıyor:
“Birçok insan sınır komutanının sözüne kanarak köyüne döndü. Katiller dönenleri ikiye ayırdı. Erkekleri muhtarın çevresine toplayıp birbirine bağladılar. Sonra makineli tüfeklerle kurşuna dizdiler, cesetleri yaktılar. Çocukları ve kadınları damlara tıktılar, odun ve kuru otlarla onları tutuşturdular. Kadınlar, çocuklar ve bebeler yanan ve çöken evlerinde kül oldular.”[14]
Ya güneye geçenler, çok mu rahat etti? Onları da bin bir türlü dert ve bela bekliyordu.
Havêrkanlılar yine yenilmişlerdi. Ama bu sefer, yenilgiyle birlikte yerlerinden, yurtlarından da olmuşlardı. Gerçi bu tarihlerde(1925-1926) Kuzey Kürtlerinin hemen hepsi benzer durumla karşı karşıya idiler. Hatta denilebilir ki Havêrkanlılar, bir ölçüde 1925 isyanında kaçacak yeri ya da fırsatı olmayan, hükümet güçlerinin eline düşmüş soydaşlarına göre şanslı sayılırlardı. En azından tutsak veya ölü değillerdi, ya da yüzlerce, binlercesi gibi uzak diyarlara sürülürken yolda bin bir türlü işkence sonucu yavaş, yavaş tüketilmiyor, cezaevlerinde ya da toplama kamplarında kurşuna dizilecekleri günü beklemiyorlardı.
İşte, böyle cehennemi şartlarda olan Kürtlerle kıyaslandığında Suriye’ye sağ salim geçebilen Havêrkanlıların “şanslı” olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek… Gerçi bu şansı kullanan sadece onlar değildi. Onların dışında canını kurtarabilen, sürgün ellerinden kaçabilen hemen her kesiminden kuzeyli Kürt soluğu güneyde alıyordu. Başta Şeyh Sait’in kardeşleri Mıhemed Mehdi, Şeyh Evdirehim ve Şeyh Tahir, çocukları Ali Rıza, Seleheddin ve Giyaseddin’i sayabiliriz. Diyarbakırlı Cemil Paşa ailesinden Kadri ve Ekrem Beyler, Ünlü Hamidiye Alayları komutanlarından Kör Hüseyin Paşa, Xwêtîli Hacı Musa Bey, son Botan Miri Bdirxan Beyin torunları; Celadet, Kamuran ve Süreyya Bedirhan Beyler de güneye geçenler arasındaydılar. (doğrusu Bedirxaniler isyandan önce geçmişlerdi) Bunlardan başka, ünlü ağalardan; Emînê Ahmet (Emînê Perixanê), Evdirehmanê Eliyê Ûnıs, Ehmedê Sileyman, Haco’nun amca çocuğu ve rakibi Saroxan Ağa (Haco’dan önce geçmişti. Geçiş nedeni yukarda açıklanmıştı) ve daha birçok aşiret beyi, ağa, şeyh, mele, aydın ve yurtsever değişik zamanlarda güneye geçenler arasında sayılabilir. Birçok yurtsever, milliyetçi kişinin yanında kuzeyde birçok kötülük yapmış, eşkıyası, katili de güneye inmişti. Birçoğu kötülüklerine burada da devam ediyor, zaman zaman kuzeye geçip fakir Kürt insanının malına, canına kastediyorlardı.
Doğal olarak bu geçişlerle birlikte etnik, sosyal, bireysel, aşiretsel vb. çeşitli sorunlar da buraya taşınıyordu. Bölgenin (Cezire) kendine özgü sosyal, ekonomik, siyasi durumu ve mevcut sorunları eklenince Cezire’de oldukça renkli bir yapı ortaya çıkıyor, daha karmaşık bir yapı arz ediyordu.
Havêrkanlıların geçişiyle bölgede meydana gelen gelişmeleri daha sağlıklı değerlendirebilmek için Güneyin (Suriye) genel durumuna tarihsel süreç içinde göz atmakta yarar vardır.
Suriye’ye Genel Bir Bakış
Suriye, önemli jeopolitik bir konuma sahip, Doğu Akdeniz ticaretine hâkim, önemli bir üretim ve tarım merkezi olması, çeşitli sanat dallarının geliştiği, ipek üretiminin üst seviyelere ulaştığı, ticaret yolları üzerinde bulunan Halep, Şam gibi kentlere sahip olması tarih boyunca askeri ve siyasi olayların odak noktası olmuştur. Babillerden Asurlara, Mısırlılardan Hititlilere, Perslerden Makedonyalı Büyük İskender’e, Romalılardan, İslam ordularına, Moğollardan Osmanlılara kadar birçok istilacının uğrak yeri olmuştur.
Uzun yıllar Mısır’da kurulan Memluk devletinin egemenliğinde kalan Suriye, I. Selim’in (Yavuz Sultan Selim) Memluk ordularını, Mercidabık (1516) ve Ridanya(1517) savaşlarında yenilgiye uğratmasıyla Osmanlı egemenliğine girdi. Osmanlılar, bazen merkezden atadıkları valilerle ülkeyi yönetmekle birlikte ülke yönetiminde daha çok yerli Arap hanedanlarına dayanarak, onlara bir nevi özerklik vererek denetimi sağlama yoluna gidiyorlardı. Bölgeyi birkaç eyalete bölüp her eyaletin başına yerli bir vali atıyorlardı. Zaman zaman sadakatsizlik gösteren eyaletlere doğrudan müdahale etmeyi ihmal etmiyorlardı. Osmanlı sultanları I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Suriye’yi bu şekilde egemenlik altında tutabildiler.
I. Dünya Savaşının başlamasından kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında savaşa katıldı. (1914) Ancak savaş öncellikle Avrupa’da yoğunlaştı. Almanlar Doğu Avrupa’da Rusya’yla, Batı Avrupa’da ise Fransa’yla savaşıyordu. Dolayısıyla Alman orduları zorlanıyordu. Almanlar Avrupa’daki savaş yükünü hafifletmek, en önemlisi İngilizlerin Uzak Doğudaki sömürgeleriyle irtibatını kesmek ve böylece savaşta avantajlı duruma geçebilmek için Osmanlıları Mısır’ı elinde tutan İngilizlere saldırtmaya çalışıyorlardı. Bu sıralarda Osmanlı devletinin kaderini elinde tutan İttihat ve Terakki liderleri böyle bir teklife dünden hazırdılar. Çünkü onların hayallerinde de son dönemlerde kaybedilen toprakları geri alma vardı. İmparatorluğun eski toprağı olan ve İngilizlere kaptırılan Mısır da bu hayallerin kapsamı dâhilindeydi. İşte bu emellerle savaşa katılan İttihatçı liderlerin açtığı ilk cephelerden biri, kanal cephesidir. Ancak umduklarını pek bulamayacakları kısa bir sürede anlaşıldı; Kanal (Süveyş Kanalı) cephesinde İttihatçı liderlerden Cemal Paşa liderliğinde başlatılan taarruz hareketinin yenilgiyle sonuçlaması üzerine, İngiliz karşı taarruzu başlamıştı. Hicaz Emir’i Hüseyin Şerif İngilizlerle imzalanan Mach Mahon antlaşmasının gereklerini yerine getirerek, oluşturduğu Arap Ordusunun Halifenin “cihat” çağrısını bir kenara bırakarak, milliyetçi hedeflere yönelip İngilizlerin yanında yer almasıyla Osmanlı orduları dayanamamış ve yenilmişlerdi. 1917′de İngiliz Ordusu Halep’e ulaşmıştı. 1918 Ekim’inde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’yla Osmanlılar bütün Suriye topraklarını İngilizlere bırakmak zorunda kaldılar. Böylece yörede 400 yılı aşkın süren Osmanlı hegemonyası sona erdi.
Savaş Sonra Suriye’de Durum:
I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle, İngilizler Araplara verdikleri bağımsızlık(!) vaatlerini yerine getirmek üzere kendi kontrollerinde ve Faysal’ın liderliğinde bir Arap yönetimi oluşturdular. Faysal, 1920 Mart’ında Şam’da toplanan Suriye Kongresi’nde Filistin’i de içine alan Birleşik Arap Krallığını kurduğunu ilan etti. Ancak, İtilaf Devletlerinin (İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya) savaş sırasında kendi aralarında yaptıkları gizli anlaşmalara (Saykes Picot) göre Suriye Fransa’nın, Filistin ve Irak ise İngiltere’nin payına düşüyordu. İşte bu nedenle İngilizler söz konusu paylaşım planlarına uyarak, bölgeyi terk ettiler. Böylece İngiliz ordusu çekilirken Fransız birlikleri bölgeye girdi. Bütün Suriye topraklarını işgal ettikten sonra daha kuzeye Urfa, Antep, Maraş, Hatay ve Kilikya’ya kadar ilerlediler.
Fransa, Suriye’de kontrolü sağladıktan sonra Faysal yönetimini işbaşında uzaklaştırarak Şam da tamamen kendi denetiminde, kendi subay ve memurlarından oluşan manda yönetimini kurdu. Ancak her işgalcinin karşılaştığı sorunlarla o da karşılaşıyordu.
Suriye nüfusunun çoğunluğunu teşkil eden Araplar arasında milliyetçi akımlar giderek güçleniyor, yer yer zorlu direnişler boy gösteriyordu. Araplardan başka Dürzîler, Aleviler, Kürtler ve çeşitli Hıristiyan topluluklarda o coğrafyanın renkleriydi ve her birisinin farklı etnik, dini, siyasi, sosyal sorun ve istemleri vardı. Araplar nüfus çoğunluğuna sahip ve ülkedeki siyasi gelişmelerde belirleyici rol oynamakla birlikte diğer etnik gruplar da biz de varız, diye biliyorlardı.
Ülkenin kuzeyinde yani Cezire, Cebel Ekrad (Çiyayê Kurmanc-Kürt Dağı) ve Ayn el-Arap bölgelerinde ülke geneliyle kıyaslandığında sosyal, siyasi ve etnik yapılanmada oldukça çok renklilik göze çarpıyordu. Ülke genelinde nüfusun yüzde 8. 5′ini (1940 yılların başındaki Suriye nüfusu’na ait resmi istatistikî verilere göre) teşkil eden “Suriyeli Kürtler, antik çağlardan beriçoğunluğu Türkiye veya Irak Kürdistan’ından göç etmiş olan Kürt topluluklar da buna dâhildirdiğer topluluklarla birlikte, Suriye’nin kuzey kesimlerinde yaşamaktaydı.”[15] Kürt nüfusunun yoğun olarak yaşadığı Suriye’nin bu yöresinde, Araplara göre yerleşik yaşam daha yaygın olmakla birlikte, nüfusun büyük bir bölümü henüz göçebelikten kurtulamamıştır. Yerleşik olanlar da daha çok köylerde yaşamaktaydılar. “Fransızların 1922′de Suriye mandasını almalarının arifesinde, tüm aşağı Cezire bölgesinde yalnızca birkaç Kürt köyü ve birkaç gezgin Arap Bedevi bulunmaktaydı (Hourani 1947, 80) Fransız Hükümeti, verimliliği ile meşhur olan bu bölgeyi yeniden iskâna tabi işini kendi üzerine almıştı. Bu durum Anadolu’da yüz binlerce insanın hareket halinde olduğu demografik bir alt üst oluş dönemi ile çakışmıştı. Asurîler, Ermeniler, Araplar, Süryaniler, Türkmenler ve Kürtlerden oluşan güçlü bir akım, Türk ordusundan korunmak için Suriye sınırlarına doğru hareket halindeydi. Cezire büyük bir göçmen nüfusu almış ve bu nüfusun en büyük kısmını da Kürtler teşkil ediyordu…
Arapların, Ermenilerin ve Asurîlerin hızla batıya yönelmesiyle birlikte, Cezire bölgesi artık açık seçik bir Kürt karakter kazanmış ve Kürtler kitlesel biçimde bölgeden çıkarılmadıkları sürece o karaktere sahip olmaya devam edecektir.”[16] Cezirede, yaygın geçim kaynağı hayvancılık olmakla birlikte yer yer tarımla uğraşılmaktadır. Birbirine düşman aşiretlere bölünmüş, toprak ağalığı oldukça yaygındır. Okuryazar oranı çok düşüktür. Okuryazar olan bu bir avuç aydın daha çok Şam, Halep gibi şehirlerde oturmakta, Kürt toplumunun sorunlarından uzak durmakta, çok azı milli duygular beslemektedir. Genel anlamda da bu tarihlerde Suriyeli Kürtler arasında Kürtlük bilincinin yaygın olduğu söylenemez.
Cezire’de Kürtlerin dışında Hıristiyan, Yezidi, Yahudi ve Araplar yaşamaktaydı. Ülke genelinde nüfus çoğunluğunu elinde tutan Araplar bu yörede azınlıktaydı. Arapların yaygın yaşam şekli göçebelikti. Yerleşik yaşam gelişmemiştir. Göçebe yaşamın gereği olarak çadırlarda yaşamaktadırlar. Çeşitli aşiretlere bölünmüşlerdi. Bu aşiretlerin en büyükleri Şamar ve Tay aşiretleriydi. Temel geçim kaynakları hayvancılıktır. Talan etme, çapulculuk, hırsızlık, yol kesme bedevi insanın vazgeçemediği belirgin yaşam tarzıydı. Bu geri toplumsal yapılanmaya rağmen Araplar arasında Fransız aleyhtarlığına paralel olarak milliyetçi anlayışlar gelişmekteydi.
Cezire’nin diğer sakinleri olan Hıristiyanlar birkaç gruba ayrılıyorlardı; Asurî, Keldani, Rum ve Ermeni. Yöre nüfusunun ancak % 10-15′ini teşkil ediyorlardı. Çoğunluğu yerleşik yaşama geçmiş, şehir ve kasabalarda oturur, sanat, ticaret ve zanaatla geçinirlerdi. Okuryazar oranı en yüksek olan topluluktur. Manda yönetiminin en güvendiği kesimdi. Şehirlerin yönetimi, güvenlik teşkilatını, önemli devlet memurlukları genellikle onlara veriliyordu. Siyasal hedefleri manda yönetiminin hedefleriyle bir ölçüde örtüşüyordu. Arkalarına aldıkları Fransız desteğiyle Suriye de kontrolü ele geçirme ya da Müslüman tahakkümünden uzak bağımsız yaşama arzuları vardı. Hatta Asurî ve Keldaniler her ne kadar temkinli davranıp açıkça dile getirmiyorlardıysa da Mezopotamya’nın büyük bir kısmının kendilerine ait olması gerektiğini iddia ediyorlardı. Küçük bir nüfusa sahip olmaları nedeniyle Müslümanlarla dişe diş bir mücadeleden her zaman çekinmiş, her zaman Arap-Kürt çatışmasından medet ummuşlardır.
Kürtlerin, gerek ülke genelindeki gerekse de nüfus çoğunluğuna sahip oldukları El Cezire’deki, politik yaşamda pek etkili oldukları söylenemez. Irak veya Türkiye’deki Kürt siyasal hareketliliğiyle kıyaslanamayacak derecede etkisiz ve pasif bir konumdaydılar. Genel olarak buralardaki gelişmeler daha çokta Kuzey Kürdistan’daki olayların etkisinde ve adeta bir yansıması şeklinde görünüyordu.
Ama yine de Fransız Manda Yönetimi onları da hesaba katmak durumundaydı. Hatta gelişen Suni Arap milliyetçiliğine karşı onları bir denge unsuru olarak kullanmayı düşünüyordu; “Fransızlar baştan beri bölgedeki Arapların varlığına karşı bir denge unsuru olarak, Cezire’deki Kürtlerin desteğini ve dostluğunu kazanmaya çalışmışlardı.”[17] Bu Fransızların ülkede tutunabilmek için başvurdukları “böl yönet” politikasının bir gereğiydi. Ancak başlarda Kürtlerin bu rolü oynayacak etkinliği görünmüyordu. Çeşitli aşiretlere bölünmüş ve sürekli bir biriyle didişiyorlardı. Bir kısmı Arap Şamar aşiretiyle hareket ederken, geri kalan Kürt aşiretlerinin en büyük bölümü Arap Tay aşiretiyle hareket ediyordu.
[1]Aktaran, Yeni ve Yakın Cağda Kürt Siyaset tarihi, Prof. Dr. Celilê Celil, Ermenistan SSCB Akademisi, Doğu Bilimleri Enst. Kürt Komisyonu
[2] Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları Tedip ve Tenkil, Evrensel Basın yayın
[3] Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları, Evrensel Basım Yayın
[4] Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğin Kaynakları ve Şeyh Sait İsyanı, Öz-ge yay
[5] M KALMAN, İngiliz ve Türk belgelerinde Botan Direnişleri. FO 371/ 12255 Belge No:2835
[6] 6 Armstrong’dan aktaran; Yeni ve Yakınçağda Kürt Siyaset Tarihi s.180
[7]Armstrong’dan aktaran; Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, Ermenistan SSC Bilimler Akademisi Doğu Bilimleri Enst. Kürt Komisyonu
[8] Zinar Silopi, Doza Kürdistan
[9] Aktaran Naci Kutlay, Kürtler, s. 353
[10] Kemal Süphandağ, Ağrı Direnişi ve Haydaranlılar
[11] Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, Ermenistan SSCBilimler Akademisi, Kürt Komisyonu
[12] İsmail Göldaş, Kürdistan Teali Cemiyeti, Doz Yay. Aktaran Faik Bulut
[13] Aktaran, Naci Kutlay, 21. Yüz Yıla Girerken KÜRTLER. S.467)
[14] Hayatım, Cegerxwin.
[15] Abbas Vali, Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri
[16] Mehrdad R. Izadi, Bir El kitabı Kürtler, Doz yay. S.194)
[17] W. Jwaideh, Kürt Milliyetçiliðinin Tarihi
Pirseke min ji were heye. Ev benda li ser Nezîrê Cibo gelo bi zimanê kurdî jî heye? ez bi tirkî nizanim û ezî gelekî kêfweş bûba eger nivîsên we tenê bi kurdî ba yan jî bi kurdî jî heba, ji ber ku hun wek malperek kurd xwe nîşan didin. Jiber vê yekê jî girînge ku nivîsê we bêne vergirandin û bi zimanê dayîka me bin. Eger vergerandina nivîsa Nezîrê Cibo hebê ez gelekî kêfxweş im ku win karibin ji min re hewale bikin. / silav ê rêz