Ana içeriğe atla

25 yıl Önce... 25 yıl Sonra - 7

BİTLİS SEMPOZYUMU, ELEMAN HANI VE “ŞUŞEBENDİLik”
 
Genellikle çok konuşan insan sıkıcı olur. Ya da ben öyle görüyorum. Hele sadece kendisi konuşup, dinleyicisinin konuşmasına izin vermeyen tipler var ki dostlardan uzak. Bu tip insanların cemaatinde senin sadece dinleme hakkın vardır, olur ya konuşmak ister, sohbete katılmak istersin, yo senin öyle bir lüksün yok. Sadece o konuşur sen can kulağıyla dinlemek zorundasın. Boşuna yorulma, Konuşsan da dinlemez, lafın bir yerinde sözünü keser ve konuşmaya devam eder, sen tekrar dinleyici durumuna düşer ve saatlerce emme tulumba gibi kafanı sallarsın… Allahım ne suç işledim de bana bu cefayı reva gördün, ne olursun beni kurtar dersiniz ama yok, öyle kolay değil. İzin istemek için lafı bitirmesini beklersiniz ama nafile, onda lafın sonu gelmez.
 
Bir kısım insan daha var ki, aynı şekilde çok konuşurlar ama konuştukça dinleyesin gelir. Evet, çok konuşurlar, hatta karşıdakine söz hakkı bile tanımazlar ama kendilerini dinlettirirler. Hani “ağzından bal damlar” derler ya… İşte Medeni Avcı, bu ikinci gruba girer. Çok konuşup sıkılmadan, can kulağıyla dinlediğim, ender kişilerdendir.
 
O 78 kuşak Kürt gençlik hareketinin önde gelen kadrolarındandır. Dönemin en büyük gençlik örgütlerinden biri olan DDKD’nin kurucu ve yöneticiliğini yaptı. Derneğin bağlı olduğu Şivancılar olarak bilinen TKDP-KİP hareketinin Bitlis yöresindeki en etkin ve faal kadrolarından biriydi. 1979 yılında aralarında onun da bulunduğu Erdem, Sevinç İşcanlı, Sabahattin, Mahmut Çıkman, Paşa Uzun gibi arkadaşlarla aynı dönemde hareketten ayrıldık. Aslında ayrılığımız öyle organizeli, ideolojik temelleri olan bir ayrılık değildi ama dünya’ya benzer gözlüklerle bakıyorduk diye bilirim. Nitekim ayrılıklardan sonra herhangi bir birliktelik sağlanamadı ve her birimiz bir yana savrulduk. Ardında vahşi 12 Eylül Darbesi geldi. Kimimiz yakalandı. Kimimiz yurt dışına kaçtı. Kimi köşesine çekildi. Yıllarca birbirimizi göremez olduk. İrtibatımız kesildi. İşte Medeni, 12 Eylül sonrası ilişkilerimizin kesilmediği, “irtibatı” kesmeyen nadir dostlardan…
 
Ara ara görüşürdük. Her nedense son dönemlerde görüşmez olduk. 2014’ün Haziran başlarıydı. Telefonum çaldı. Bende kayıtlı olmayan bir numaraydı. Açar açmaz, “birayê nezir welleh ne wek teye lo…” görüşmeyeli birkaç yıl olmuştu. Ama o içten, kendinden emin, dost sesi tanımamak mümkün değildi? “vay kekê medeni ehlen ve sehlen diye karşılık verdim” Bu sefer Türkçe olarak “İyi iyi sesimi unutmamışsın” Dedi.
 
Böylece bir süredir kesilen irtibatı sağlayan yine o oldu.  Biraz karşılıklı serzeniş ve hal hatır faslından sonra “Nezir, Erdem ve Sabahattin’i de aradım, biz bir sempozyum düzenliyoruz; Uluslararası Bitlis Sempozyumu” siz de davetlisiniz. Mutlaka gelin”  Doğrusu sempozyuma katılmaktan daha çok onunla bir araya gelmek ve o doyumsuz sohbetini dinleme fırsatını bulacağımdan dolayı çok sevindim.
        
Organizatörlüğünü Sosyolog Yaşa Abdulselam Oğlunun yaptığı Bitlis Düşünce ve Akademik Çalışma Grubu tarafından düzenlenen Sempozyum, Haziranın 26sında başlıyordu. O günün sabah saatlerinde ben, kadim dostlarım Av. Sabahattin korkmaz, Av. Erdem Gencan ve bir diğer genç avukat İbrahim Çeliker ile birlikte, direksiyonda Erdem, yola koyulduk.
 
Epeydir gitmediğim ama özellikle 1978-80 yıllarında çok sık gidip geldiğim bir yol, Farqin ve serhat yolu… Arada bir Sabahattin’inin şoföre takılması, Erdemin tabiriyle “huysuzluk” yapmasının dışında güzel bir yolculuktu. Sabahattin’in sık sık Erdemin direksiyonuna karışması üzerine “Şoföre karışmak doğru değildir” diye uyarma gereği duydumsa da şoförlüğümün olmadığını ima ederek “Nezir senin hiç konuşma ne anlarsın iyi kötü şoförlüğü” diyerek ağzımın payını verdi. Bu tatlı çekişme eşliğinde yolumuza devam ettik. Daha Silvan’a varmamıştık, Sabahattin “vallahi acım, Silvan’da bir yemek yiyelim” deyince Erdem “biraz daha dişin sık Avavaxfê (Yeni ismi Ava Vakfı- Buzlupınar)  konaklama tesislerinde yeriz, oranın yemeği güzeldir” Dedi. Bunun üzerine yola devam ettik.
Yol 80li yıllarla kıyaslandığın da çok değişmişti. Silvan’dan itibaren genişleyen, gidiş gelişli, düzgün asfalt yol ve yolun iki tarafında uzanan yeşilin tonlarındaki artış o yıllarla kıyaslanamazdı. O daracık, tek şerit üzerinden, yılan gibi kıvrılan, zor ve tehlikeli yoldan eser yoktu. Silvan’dan çıktıktan sonra gözlerim özlemle kadim Malabadê Köprüsünü bekledi. Bir türlü görünmeyince “yahu arkadaşlar nerede kaldı bu köprü” deyince hafif gülüştüler. “Anlaşılan sen epeydir bu yoldan geçmedin. Yeni yol Malabadê’yi es geçiyor artık.” Dediler.   Kozluk’u geçtikten sonra yolu değişen eski Pisyar köprüsünü de es geçerek yola devam ettik.
 
Doğrusu yolun her iki tarafındaki yamaçlarda Kürdistan coğrafyasına özgü, bodur meşeliklerin sıklığındaki artış, oldum olası yeşil doğa sevdamın depreşmesine neden oldu. Doğrusu yol yapımına verilen bu önemin sömürgeci, devlet otoritesinin “gidemediğin yer senin değildir” zihniyetin bir gereği olduğunu bilmeseydim daha çok sevinecektim. Sanki ilk kez bu yoldan geçiyormuşum gibi etrafı hayran hayran seyrederek Erdemin söz ettiği konaklama tesisine vardık.
 
Konaklama tesisi Bitlis’e 10km kala, Bitlis deresinin üzerinde, yeşili ve suyu bol bir mevkideydi. Oldukça kalabalıktı. Burada dikkatimi çeken ilk şey uzun zamandır uzak kaldığım serhat insanın doğal yaşam tarzıydı. Eğer insanların o kontrolsüz ses tonu ve oldukça gürültülü konuşmalarını, kaba ve üstün körü hijyen anlayışıyla başka bir yerde karşılaşsaydım, tiksinti duyacak kadar rahatsız olmam içten değildi. Oysa burada gördüğüm kaba ama oldukça doğal ve özentisiz yaşam, beni tuhaf bir şekilde rahatlattı ve iştahımı açtı diye bilirim. Günlük yaşamımda toplu ortamlarda yüksek sesle konuşan insanlar beni fazlasıyla rahatsız eder. Her ne hikmetse sağımızda solumuzda, yanı başımızda avazı çıktığı kadar bağırarak konuşan, cep teflonlarını kulaklarından indirmeyen insanlarla dolu olmasına rağmen rahatsız olmadım desem yeridir. Neden mi? Varsın “Türkiyelilik” sevdalıları beni “ilkel milliyetçi” olarak nitelendirsin. Neden, herkesin katıksız bir Kürtçe konuşması, her şeyin Kürdistan’i renkte oluşuydu.
 
Sipariş verdiğimiz yemekleri su ve kuş sesleri arasında, temiz serhat esintisinin eşliğinde büyük bir iştahla yedik. Yemekten sonra Erdem’in Bitlisliği depreşti ve “memleketimi seyretmek istiyorum” diyerek sürücülüğü İbrahim’ e bıraktı.
 
Bitlis’e yaklaştıkça epeydir göremediğim şehrin Orta Çağ görüntülerini aratmayan tarihi dokusu gözlerimin önüne geldi. O beklentiyle yol alırken aniden bir tünele girdik. Malabadi örneğinde olduğu gibi şaşkınlıkla “Yahu bu tünel ne zaman yapıldı” diye sorduğumda yine hafif gülüşmeler oldu. Anladım ki görmeyeli, epeyce değişimler yaşanmış. Daha önce doğrudan şehir merkezinden geçen yol, Bitlisin eski mahallelerinden Avex ile Dideban dağının arkasından dolanarak Başxan’a, diğer ifadeyle Tatvan-Van yoluna tünelle bağlanmış.
 
 
Sempozyum, Bitlis – Tatvan yolunun sağ tarafında, Rahva ovasının Yolçatı mevkiinde bulunan tarihi Eleman Han’ının daydı. 78li yıllarda defalarca önünden gidip geldiğim hanı gördüğümde kelimenin tam anlamıyla şok geçirdim. Bir zamanların virane, taş ve moloz yığını olan han restore edilmiş, gerçek kimliğine kavuşmuş, müthiş bir tarih mekâna dönüşmüştü. Doğrusu bu hale gelmesinde katkısı olan herkese teşekkür etmek, eline sağlık demeyi bir borç saymak gerekir. Sempozyumun konusu olan “Kürt tarihinde Bitlis” e uygun bir mekân… 
 
 
Biraz gecikmeli vardık. Sempozyum başlamıştı. Tarihi mekânın aldığı son şeklinin bizde yarattığı şaşkınlığı atınca oturumların yapıldığı salona girdik. Güneşin tam tepede olduğu, Haziran ayının kavurucu sıcaklığında bizi karşılayan mekanın hoş serinliği bende ikinci bir şaşkınlığa neden oldu. İçimden, güzel bir soğutma sistemi kurulmuş diye geçirdim. Ne var ki sonradan öyle bir sistemin olmadığını, tamamen hanın mimari tarzının kendisine has serinliği olduğunu öğrendik.
 
Salon oldukça kalabalıktı. Dinleyiciler can kulağıyla konuşmacıları dinliyordu. Dinleyici sandalyelerinde ağaran, hatta ak pak ve ya dökülen saçların çoğunlukta görünmesine rağmen, salona serpişen siyah, gür saçlılarında göze çarpması genç kuşaktan epey katılım olduğu anlaşılıyordu. Doğrusu bu sevindiriciydi. Bizde bulduğumuz boş sandalyelere iliştik. Şansımıza bir zat-ı muhterem bildirisini, çok iyi Kürtçe bildiği halde kötü bir Türkçeyle sunuyordu. Aslında değerli çalışmaları olan ve şahsen çok değer verdiğim zat dinlenecek gibi değildi. Nitekim Sabahattin mekanın hoş serinliğinin de etkisiyle olacak ki bir süre sonra oturduğu yerde başı önüne düştü. Benle Erdem uyuklamadık ama daha fazla dayanamayıp, Sabahattin’i de tatlı uykusuyla baş başa bırakıp kendimizi hanın güzelim tarihi avlusuna attık. Avluda bir anda etrafımızı, bizim gibi işkenceye dayanamayıp avluya fırlayan Tatvanlı kadim dostlarımızdan Nurettin Peker ve bazı eski Bitlisli dostlar sardı. Bir süre avlunun tarihi havasını teneffüs ettikten sonra bizi hanın diğer bölümlerini gezdirdiler. Sonrada muhteşem tarihi dokuya uyarlanan kafeteryada oturup demli serhat çaylarımızı yudumlayarak yıllardır görüşemediğimiz dostlarla hasret giderdik. Medeni arada bir görünüp, çevreden gelen eski dostların kollarından tutup bizimle buluşturdu. Sohbete hoş bir renk katar ve hemen kalkardı. Sempozyumun koordinesiyle ilgilendiğinden uzun oturma fırsatı yoktu. Bir ara genç bir bayanı getirip benimle tanıştırdı. Betül Çoban ismindeki bayan, sempozyuma Ağrı direnişinin lideri İhsan Nuri Paşayla ilgili bildiri sunmuştu. Medeni, İşte Nezirê Cibo diye tanıştırınca “Hocam ben sizin İhsan Beyle ilgili makaleniz den çok yararlandım. Aslında bu konuda sizin bildiri sunmanız gerekirdi” Dedi.
 
Sunulan bildirileri dinlemek için ara ara oturum salonuna dönerdik. Dinleme tahammül sınırlarımızı aşınca yavaştan sıvışır, avluda yıllardır görüşmediğimiz Bitlisli, Vanlı, Tatvanlı, Bingöllü, Muşlu, Diyarbakırlı dostlarla koyu sohbetlere girer, hasret giderirdik. Akşam saatlerine kadar böyle devam etti.
 
Günün sonunda toplu olarak Hanın otantik ortamının verdiği haz ve iştahla akşam yemeğini hep birlikte yedik. Yemekten sonra değerli dostlarımız Dr. Celadet ve Salim Çeliker bizi Tatvan’daki baba evine çay içmeye davet ettiler. Erdem “ev muhabbetinden haz etmediğini” söyleyerek gelmedi. Tercihini Medeni’nin “Şuşehane’ sinden (Medeni ve Bitlisli dostların misafirlerini ağırladığı restoran) yana yaptı. Ben ve Sabahattin Medeni’den izin isterken “sizi bekliyoruz”  dedi.
 
Misafirperver Çelikelerin evinde demli serhat çaylarımızı yudumlarken bana hep sıkıcı gelen “keyifli” bir siyasi sohbete daldık. Sohbet konusu Güney Kürdistan’ın bağımsızlık ilanı hazırlıklarıydı. Dolaysıyla tamamı eski 78 kuşağının “eski tüfekleri” olan toplulukta heyecanlı ve hararetli bir tartışma başladı. Bu tartışmaya rağmen gerçekten keyifli birkaç saat geçirdik.
 
Sanırım saat 21 00 gibiydi kalktık. Aile efradından hatır isteyip, Medeni’nin bizi beklediği “Şuşehane’ye doğru yola koyulduk. Mekan derme çatma baraka görümünde bir yerdi ama karşılama, ortam ve hizmet mükemmeldi. Daha önemlisi Medeni’nin o doyumsuz sohbeti, meşhur misafirperverliği ve içten dostluğuyla baş baş başaydık. Ve tabi rakı… Medeni olurda rakı içilmez mi? Benim ve Sabahattin’in tercihi hep şaraptan yana olduğu halde sırf ona ve cemaate uyum sağlamak için rakı içtik. Cemaatte değerli yazar, tarihçi Malmisanij, sosyolog Yaşar Abdulselamoğlu, 70li yılların ünlü siyasetçi ve Rizgari hareketinin ideologlarından Hatice yaşar, Eski Bingöl belediye başkanlarından Selahattin Kaya, Rüştü Mütevellizade, Abdurrahman Demir, Muhteşem Zülfikar, Zeynel Abidin gibi dostlar da vardı. Geç saatlere kadar bol bol rakı içildi, siyaset ağırlıklı olmakla birlikte çok keyifli sohbetler yapıldı. Bu arada tam karşımda oturan Medeni’den çok hoş Bitlis fıkraları dinledim.
 
Dağıldığımızda saat biri geçiyordu. Rakıdan çok dost muhabbetinin verdiği hoş çakırkeyiflikle mekândan ayrıldık. Yerlerimizin ayrıldığı otele gittik. Resepsiyonda bir sürprizle karşılaştık; biz üç kişiydik ancak iki kişilik bir oda ayrılmıştı. Bir yanlışlık vardı ama saat ikiye geliyordu ve boş odaları da yoktu. Çaresiz yukarı çıktık. İki yatak ve biz üç kişiydik. Bir an için tek kişilik yatakta üç dört kişi yattığımız 5’Nolu zindanı geldi aklıma. Doğrusu odanın lüks şartları hiçbir şekilde 5’Nolu cehennemiyle kıyas kabul etmezdi ama nedense bir an geçmişe kısa bir gezinti yaptım. Nasıl yatacağımızı düşünürken Sabahattin otel görevlisinin getirdiği battaniyeleri yere sererek “ ben burada yatacağım, siz rahatınıza bakın” diyerek özverili bir jestte bulundu.  Yoğun bir gün geçirmiştik. Tatlı bir yorgunluk vardı üzerimizde, hemen uykuya daldık.
 
Sabah on gibi kalktık. Ben aslında hiç horlamam ama, Erdem ve Sabahattin nedense tersini iddia ediyorlardı. Sabaha kadar horladığımı söylüyorlardı. 5’Nolu cezaevinde iki yıla yakın bir süre aynı tahta ranzada, yan yana yattığım Erdem’in hiç böyle bir şikâyeti olmamıştı.
 
Kahvaltı için teras katına çıktık. Gece gözüyle fark edemediğimiz otelin muhteşem manzarası oldum olası saba kahvaltılarında kapalı olan iştahımı açtı. Van gölünün masmavi suları ayaklarımızın altındaydı. Gölün karşı kıyısında başı dumanlı Süphan Dağı bütün ihtişamıyla bize “Sipan Sipanê Xelatê” diye fısıldıyordu. Açık büfeden ballı, tereyağlı, yumurtalı ve tabi otlu peynirli zengin bir kahvaltı yaptık. Kahvaltıdan sonra, Van gölü ve Süphan dağını biraz daha seyrettikten sonra yeniden sempozyuma gittik.   
 
İkinci günde de hem sempozyum hem bizim programımız dolu dolu geçti. Bizde gâh sunumları dinledik gah hanın avlusunda sohbetlere daldık. Öğle arası Bitlisli dostlar bize büryan yedirmek için şehir merkezine götürdüler. Yalnız Erdem yine yapacağını yaptı ve ortadan kayboldu. Başka bir gruba takıldı. Anlayacağınız bizi ekti… Ben ve Sabahattin aynı grupta yemeğe gittik. Gelirken göremediğimiz o buram buram tarih kokan şehir merkezinin daracık sokaklarını geze geze büryanı meşhur olduğu söylenen bir lokantaya gittik. 78li yıllarla kıyaslandığında değişen tek şey sokaklardaki insan ve Kürdistan coğrafyasında hemen bütün şehirlerinde görülen, adeta yayaların yürümesine imkan bırakmayan daracık sokak ve caddelerin her yerini işgal eden araba kalabalığıydı.  Lokantada aynı kaba hijyen anlayışı vardı ama doğrusu büryanı övüldüğü kadar vardı. Kelle soğan ve et yağına bandırılmış kızarmış ekmek eşliğinde büyük bir iştahla büryanları mideye indirdik.
 
Yemekten sonra yine aynı daracık sokaklarda insan ve gelişigüzel park eden araba kalabalığı arasından geçerek arabalara bindik ve hana geldik.
 
50'nin üzerinde Kürt bilimci, akademisyen, gazeteci ve yazar Bitlisin tarihi, kültürü, ekonomisi, sosyal yaşamı ve Kürt tarihinde önemli rol oynayan şahsiyetlerinin ele aldığı sempozyum üç gün sürdü. Biz ikinci günün akşamında kadim dostlarımıza doymadan vedalaşıp, serhat cennetini bırakarak Amede doğru yola koyulduk.  
 


Yorumlar

  1. Ana memleketim olan Bitlis'e dair ankatımlarınız beni aldı çocukluğuma götürdü Nezir hocam. Avex... Dideban...
    Sabahattin Bey'le keyifli bir yolculuk yapmışsınız.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Birsen hocam, çocukluğunuzun geçtiği o güzel diyara sizinle birlikte yolculuk çok daha zevkli olacağına inanıyorum. Dilerim böyle bir gezinti gerçekleşir.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu – 4 / Nezîrê CIBO

Fransız İşgaline Karşı Kürt Direnişi ve Beyandur Olayı: Fransızlar Cezireye geldiklerinde Şamar Aşiret reisi Mişel Başo El Erba onları “memnuniyetle karşıladı”. Böylece Fransız desteğini alarak rakibi Tay aşireti ve Kürtlere karşı avantaj elde etti. Şamar liderinin kışkırtmasıyla Fransızlar, Kürtler üzerindeki baskılarını arttırdılar. Birçok Kürt aşiret reisini tutukladılar. Bunların birçoğunu Beyandur köyünde boğazlarına kadar toprağa gömdüler, sonra da aç köpekler saldırtarak hepsini öldürdüler. Suriye Komünist Partisi yayın organ Direseti İştiraki ’de 1985 yılında yayınlanan bir yazıda olayla ilgili şunlar yazılıyordu: “Fransızlar Beyandur köyünün tepesinde bir kışla kurmuşlardı ve Kürt ileri gelenlerini tutuklayıp onları canlı halde boğazlarına kadar toprağa diktiler. Osê isminde (Tilminar köyünden) birini öldürdükten sonra diğerlerini de bu şekilde toprağa dikip üzerlerine aç köpekler saldırtarak öldürttüler, diğer aşiret reisleri kaçtı, tutuklanan bazıları ise sürgün edild

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı - 1/ Nezirê CIBO

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı / Nezirê CIBO Nezîrê CIBO Kürt tarihi; istilacılara, yağmacı ve çapulculara karşı başkaldırılar tarihi olduğu kadar ihanetler ve iç çatışmalar tarihidir de. Kürt özgürlük hareketlerinde de bu ikili at başı gitmiştir. Başlayan her başkaldırı beraberinde ihanetin izlerini de taşımıştır. Büyük ozan Ahmedê Xanî’nin Mem û Zîn ‘indeki büyük aşk ile aşıkların peşini hiç bırakmayan o kötü adam Bekoewan gibi… Kuşkusuz  bu doğal bir diyalektiktir. Özgürlük-kölelik, aydınlık-karanlık, gerçekliğin iki yüzüdür. Biri olmadan öteki olmaz. Ancak onurlu ve insanca bir yaşam için aydınlığın karanlığa, özgürlüğün köleliğe baskın gelmesi de bir zorunluluktur. Kürt insanı bugüne kadar bütün uğraşlarına rağmen aydınlık yüzü görememiş ise, bunu engelleyen birçok nedenin başında bu iç çekişmeler, siyasi çatışmalar, aşiretler arası kavgalar, kan davaları ve ihanetler vardır. Tarihimizin bu dramatik olduğu kadar ders verici sayfaları ne yazık ki yeteri

Turabidin’den Baltık’a

Kürt Toplumunda Aşiretin Önemi