Belê, Kekê Medenî Avci jî konê xwe jinav kona barkır. Ezê pir berîya te bikim keko… Pir
Bi rastî ji bo min ti tama Betlîsê
nema û liber çavên min reş bû.
Ev nivîsa li jêr di derheqa kek Medenî
de beriya niha, hêj saxbû di sala 2014’ande hatibû nivîsandin û di pirtûka min
ya bi navê “Mülteci Yaşamlar” de cî girtibû. Ezê hinekî bi were parve bikim.
Daha öncede dile getirmiştim; Dost
ve arkadaşlarımın, yakınlarımın ardından yazmayı pek sevmem. İnsanlar
hayattayken birbirine değer vermeli. Öldükten sonra ah vahların hiçbir kıymeti
harbiyesi yoktur. Ölünün ardından yazılanlar, söylenen sözler bana hep günah
çıkartma izlenimi verir. Yanlış doğru bilmem ama oldum olası bu tür söylem ve
yazılanlara böyle yaklaştım. Bu nedenle değer verdiğim dost ve yakınlarım daha
sağken haklarında söylenmesi gereken bir şeyler varsa (ki her zaman söylenecek
bir şeyler vardır) yazmaya gayret ederim. Nitekim, “Mülteci Yaşamlar” İsimli
çalışmamam bu muhtevada bir çalışmadır. Henüz hayatta olan birçok dostum ile
ilgili söylenmesi gerekenleri yazdım. İşte o kitapta can dostum Medeniyle
ilgili yazıdan kısa bir bölümü buraya aktarıyorum.
“Genellikle çok konuşan insan
sıkıcı olur. Ya da ben öyle görüyorum. Hele sadece kendi konuşup,
dinleyicisinin konuşmasına izin vermeyen tipler var ki dostlardan uzak… Bu tip
insanların cemaatinde senin sadece dinleme hakkın vardır (… )
Bir kısım insan daha var ki,
aynı şekilde konuşkan ama konuştukça dinleyesin gelir. Hani “ağzından bal
damlar” derler ya… İşte Medeni Avcı,
bu ikinci gruba girer. Konuşkan ama sıkılmadan, can kulağıyla dinlediğim, ender
kişilerdendir.
1979 yılında aralarında
onun da içinde bulunduğu, bir grup arkadaşla birlikte hareketten ayrıldık. Aslında
ayrılığımız öyle organize, ideolojik temelleri olan bir ayrılık değildi. Hatta kendisi,
hareketin eksik ve tıkanıklarını sürekli dile getirmesi nedeniyle, daha önce parti
tarafından ihraç edilmişti. Dünya’ya benzer gözlüklerle bakıyorduk diye
bilirim. Nitekim ayrılıklardan sonra herhangi bir birliktelik sağlanamadı ve
her birimiz bir yana savrulduk. Ardında vahşi 12 Eylül Darbesi geldi. Kimimiz
yakalandı. Kimimiz yurt dışına kaçtı. Kimi köşesine çekildi. Yıllarca
birbirimizi göremez olduk. İrtibatımız kesildi.
Medeni, 12 Eylül sonrası yakalanır
ve Elazığ’a götürülür. Orada 7 ay kadar
tutuklu kalır ve serbest bırakılır. Ancak daha sonra başlayan DDKD/KİP davası
nedeniyle tekrar aranır. Artık Bitlis’te barınma imkânı kalmamıştır. Bu nedenle
İstanbul’a gider. Orada Necmettin
Büyükkaya ile görüşür. Necmettin o bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle bir
şeyler yapmak istiyor. Bir yol haritası çizme, yeni bir örgütlenme çabası
içindedir. O da bu çabasına destek verir. Mevcut siyasilerin içinde ona umut
verici gelen odur. Bu amaçla Diyarbakır-Nusaybin üzerinden Binxet’e(Suriye
Kürdistanı), Serêkanîyê’ye, oradan Şam’a giderler. Şam’da bir yıl kadar kalır.
Daha sonra Necmettin Türkiye’ye geçer ve yakalanır. Ardında Medeni ’de kaçak
yollarla sınırı geçer ve Türkiye’ye gelir. Necmettin’e çok üzülmektedir. Bazı
hatırı sayılır kişileri araya sokarak onu cezaevinden bir şekilde kurtarmak
için çaba sarf eder. Ne var ki çabaları sonuç vermez ve Necmettin 1984 Yılında
Diyarbakır 5No’lu Cezaevinde devlet güçleri tarafından yapılan ağır işkenceler
sonucu öldürülür (.,.) Böylece çalışmaları da kesintiye uğradı ve daha sonra
yeni bir çalışma girişimi de olmadı.
O günden bugüne Bitlis’te,
tabir uygunsa işinde gücünde, sessiz sakin bir hayat sürdürmekte. Ama
Medeni’nin sosyal yaşamı öyle sessiz sakin değil. Onun dost meclisi ve
muhabbeti hiç eksik olmaz. Dostluğu
kadar cömertliğinin de sınırı yoktur. Dostları için yapmayacağı fedakârlık
yoktu.
İmkânı olduğu halde
Avrupa’ya gitmedi. Memlekette kalıpta “irtibatı” kesmeyen, insani
ilişkilerimizin devam ettiği nadir dostlardan… Ara ara görüşürdük. Her nedense 2000’li
yıllarda görüşmez olduk. Kısa bir süre için irtibatımız kesildi.
2014’ün Haziran başlarıydı.
Telefonum çaldı. Bende kayıtlı olmayan bir numaraydı. Açar açmaz, “birayê nezir
welleh ne wek te ye lo…” görüşmeyeli birkaç yıl olmuştu. Ama o içten, kendinden
emin, dost sesi tanımamak mümkün değildi? “Vay kekê Medeni ehlen ve sehlen diye
karşılık verdim” Bu sefer Türkçe olarak “İyi iyi sesimi unutmamışsın” Dedi. Böylece
bir süredir kesilen irtibatımızı sağlayan yine o oldu. Biraz karşılıklı serzeniş ve hal hatır
faslından sonra “Nezir, Erdem ve Sabahattin’i de aradım, biz bir sempozyum
düzenliyoruz; Uluslararası Bitlis Sempozyumu” siz de davetlisiniz. Mutlaka
gelin”
Doğrusunu söylemek
gerekirse, sempozyuma katılmaktan daha çok onunla bir araya gelmek, doyumsuz
sohbetini dinlemek ve o sıcak dostluğuna yeniden mahzar olma fırsatını
bulacağımdan dolayı çok sevindim.”
Ertesi gün sözünü ettiği
dostlara atlayıp Bitlis’e gittik. Üç gün
süren sempozyum boyunca orada kaldık. Bu süre zarfında Medeni’nin o doyumsuz
sohbet ve muhabbetine olan özlemimizi bir nebze olsun giderdik.
Bir ara rahatsızlığı
nedeniyle yatırıldığı Dicle Tıp Fakültesinde birkaç kez ziyaretine gittim. Ondan
sonra sık sık yaptığım telefon görüşmeleri hariç bu son görüşmemiz oldu.
Öteden beri rahatsızdı. Ama
mizacı gereği hastalığı pek önemsemezdi. Tabir uygunsa, hastalığı tiye alırdı.
Ve kendine pek bakmıyordu. Hep şöyle derdi; “Mirin bê minnete, hema kengî hat
bila were. Ne xem e” Diğer bir ifadeyle “Ölüm ne zaman ve nasıl gelirse gelsin.
Dert değil” Derdi.
Onun dert ettiği tek şey,
memleket ve ülke sorunlarıydı. Hastalığını en ağır seyrettiği anlarda bile
kafası hep bu sorunlarla meşguldü.
Ha! birde rakısı vardı. Olmazsa
olmazıydı. Hiçbir dostunu yolda bırakmadığı gibi onu da bırakmadı…
Çok acele ettin be Medeni kardeşim…
Seni çok ama çok özleyeceğim. Can dostum…
Yorumlar
Yorum Gönder