ŞEFİK ÖNCÜY’ LE GEÇMİŞE YOLCULUK…
Öğle arası tatlı bir rehavet çökmüştü. Pek de rahat olmayan bir koltuğa yayılmış, bir yandan yorgunluk gideriyor, diğer yandan mesai arkadaşlarımla laflıyordum. Hizmetlinin kapıdan: “Nezir Bey misafiriniz var.”demesi rahatımı biraz olsun bozmuştu.
İçimden: “Aman! Misafir de gelecek zamanı buldu.”diye söylendim.
Laflamak için sürekli tetikte olan ve bunun için hiçbir fırsatı kaçırmayan Şerif’e(kurumun hizmetlisi)gelenin kim olduğunu sorduğumda Şerif büyük bir iştahla anlatmaya başladı:
“Valla, turist gibi sarışın bir adam, mavi gözlü, sarı saçlı, uzun pardösülü biri, yabancılara benziyor; ama yabancı değil Çünkü Kürtçe konuşuyor…” Şerif, fırsatı yakalamışken, misafirle ilgili daha çok şey anlatmaya niyetliydi, ama ben:
“Tamam, Şerif teşekkürler, geliyorum. ” deyince üzülerek kesmek zorunda kaldı.
Şerif’in ardından kalktım ve alt kattaki misafir odasına gitmek üzere merdivenlere yöneldim. Bu arada mavi gözlü, “turist gibi’’ adamı düşünüyordum. Hafızamı yokluyorum ama böyle bir tanıdığı çıkartamıyordum. Kim acaba?
Bunları düşünürken misafirlerimizi ağırladığımız odanın kapısına varmıştım. İçeri girer girmez sevinç çığlığım kendiliğinden boşalıverdi. Tam karşıda “turist gibi” adam oturuyordu. Hemen tanıdım. Soyu tükenmeye yüz tutmuş ari ırkın, sarışın Kürt genlerinin son temsilcilerinden Şefik Öncü’ydü bu. Kucaklaştık. Hal hatır derken çaylarımız geldi. 25 yıl sonra ilk kez karşılaştığım Şefik’te artık orta yaşın verdiği biraz daha olgun havanın dışında yaşlılık belirtisi sayılacak herhangi bir değişiklik göremedim desem abartılı olmaz. Ancak, ilk bakışta eskiye göre daha bir sarışın olduğu duygusu uyandırıyordu. Bir an içimden “Yahu Şefik’in saçları bu kadar sarı mıydı; yoksa Avrupa saç rengini de mi değiştirdi?” diye söylendim. Gerçekten Şefik’in hafızamda kalan resminde, saçları ve teni daha koyu bir kızıla çalar gibiydi. Şimdiyse daha açık sarı… Bunun dışında o her zamanki ağırbaşlı, soğukkanlı ve kendinden emin duruşuyla aynı Şefik’ti fiziki anlamda çok değişiklik görmedim, diyebilirim. Yıllar, ona “iyi davranmış” demeyeceğim artık; çünkü daha önce belirttiğim gibi, zalim yılların bizim kuşağa iyi davrandığını söylemek, pek inandırıcı gelmez. Belki “iyi görünüyordu” demek daha yerinde olur.
…
Şefik, Bizim kuşak (78 Kuşağı) Kürt Gençlik Hareketi’nin önemli isimlerindendi. DDKD’nin kurucu üyesi ve ilk yöneticilerindendi. Bir dönem yönetimde beraber çalıştık. DDKD’nin kurulduğu tarihlerde (1977) Diyarbakır Üni. Fen Fakültesi’nde okuyordu. Fakülte, bu günkü DSİ’nin bulunduğu dört yoldan Şehitlik Semti’ne doğru giden caddenin sol tarafın da kalan İl Hıfzıssıhha’nın arkasındaki barakalarda eğitim veriyordu. O zamanlar Dicle Üniversitesi ve bugün Dicle Vadisi’ne hâkim tepelere kurulmuş devasa kampusu yoktu. Şefik, Fakülte bünyesinde yürütülen Demokratik Öğrenci Hareketi’nin aktif bir üyesiydi. Bir dönem Fen Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanlığı yaptı. O yılların hırçın, ihtilalci gençlik figürüne pek uymayan, aklıselim yanı ağır basan, sağduyulu, ender bir kişilikti. En azından bende kalan resmi böyledir.
O günleri biraz da ondan dinleyelim:
“1976’nın başında Diyarbakır Üni. Fen Fakültesinde 15–20 kişiden oluşan bir Kürt öğrenci grubumuz vardı. Grupta siyasi çizgiye sahip çok az kişi vardı, varsa da biz bilmiyorduk. Haftada bir toplanıyor ve kafamızdaki sorulara cevap bulmaya çalışıyorduk. Daha sonraki yıllarda Kürt özgürlük davasına büyük hizmetlerde bulunacak olan birçok değerli kadro bu grubun içinden çıktı: KUK sekreterliğini yapan M. Filsi, Yine KUK merkez sorumlularından Baran(Ö.Ekti), Platforma Kurdên Avrupa’nın sözcüsü Aziz Alış, PSK’nin Genel Sekreteri Mesut Tek… Bu grubun içinden çıkanlardan sadece birkaçıydı. Ancak biri vardı ki, yiğitliği, mertliği ve enerji dolu gençliğiyle grupta ayrı bir yere sahipti. O yıllarda Fen Fakültesinde okuyanlar Şefik Epözdemir’den bahsettiğimi hemen anlayacaklardır.”
Sanırım sadece Fen Fakültesinde okuyanlar değil o yıllarda Kürt Gençlik Hareketi’nde yer alan birçok kişi Şefik Epözdemir’i hatırlar. O.11.12.1976 tarihinde işkenceyle öldürülen Maocu bir fraksiyona mensup İsmail Gökhan Edge’nin cenaze töreninde çıkan kargaşada düşüp beyin kanaması sonucu çok genç yaşta aramızdan ayrılmıştı. Onunla tanıştım; ama birbirimizi yakından tanıma fırsatı olmadı. Bu vesileyle anısının önünde eğiliyor ve ruhu şad olsun diyorum.
İki Şefik’in çok iyi arkadaş olduklarını hatırlıyorum. Şefik Öncü ondan bahsederken, siyasi tercihlerinin belirlenmesinde Ş. Epözdemr’in etkisinin büyük olduğunu vurguluyordu. Ölümüne sebep olan düşme olayını detayıyla anlatırken olayda her hangi bir kasıt aramanın doğru olmadığını, tamamen bir kaza olduğunun altını çiziyordu:
“…Kasım ayının başlarında Diyarbakır’da Maocu bir genç… İşkenceyle öldürülmüştü. Onun için bir cenaze töreni düzenlendi. Törende, konuşmalar bir dolmuşun üzerinden yapılıyordu. Şefik’in de içinde olduğu bir grup arkadaşımız ve Maocu birkaç kişi dolmuşun üzerindeydiler. Önce ben de dolmuşun üzerindeydim; ancak yer darlığı nedeniyle aşağıya inmek zorunda kaldım.
Önceden hazırlanan ortak bir konuşma metni okundu. Bu arada yine önceden belirlenen sloganların arasında olmayan ve “sosyal emperyalizm ve sosyal faşizm” aleyhinde sloganların atılması, dolmuş üzerinde itiş kakışa neden oldu. Gereğinden fazla kalabalıklaşan dolmuşun üzerindeki daracık alanda itiş kakış olunca herkes yere düştü. Şefik, talihsiz bir şekilde kafa üstü düşerek beyin kanaması geçirdi. Üç gün komada kaldı. Ne acı ki bir daha uyanamadı ve 11.12.1976 günü (kimi yerlerde 10.12.1976 olarak yazar ŞÖ) aramızdan ayrıldı.
Kanaatim odur ki, Şefik’in ölümünde hiçbir kasıt yoktu. Evet, Maocularla kavga sayılacak bir itiş kakış olmuştu; ancak kesinlikle öldürme kastı yoktu. Olay tamamen bir kazaydı. Eğer olay yerde olsaydı böyle bir talihsizliğin gerçekleşmesi mümkün değildi.
O güne kadar hiçbir ölüm beni bu derece etkilememişti. Artık Şefik’in amaç ve idealleri benim amaç ve ideallerim olmuştu. Onun ideallerine ne derece layık olabildim bilemiyorum; ama onun yolunda yürümeyi kendime temel amaç edinmiştim.”
Ölüm Şefik’leri ayırmıştı; biri ebedi yolculuğa çıkarken öteki bu dünyada onun bıraktığı yolda yürümeye devam ediyordu. Onunla zaman tünelinde gerilere doğru gezintimize devam ediyoruz:
“Fen Fakültesi Öğrenci Derneği’nin ikinci kongresinde dernek başkanlığına seçildim. Sürekli bir rotasyonu ve yeni kadroların yetişmesini sağlamak, böylece geriden gelenlerin önünü açmak için bu görevi sadece bir dönem için kabul ettim.
1977’nin baharında partinin gençlik kesiminden sorumlu Mahmut Çıkman bana DDKD’nin kurucu üyeliği teklifini getirdi. Bu teklifi tereddütsüz kabul ettim. 28 Eylül 1977’ de bir kısmını önceden tanıdığım, bir kısmını da sonradan tanıyacağım bir gurup arkadaşla DDKD’ yi kurduk. Derneğin 1. Olağan Kongresi’ne kadar Merkez Yönetim Kurulu üyesi olarak çalışmalarımı sürdürdüm.”
Şefik’in “sonradan tanıyacağım” dediği kişilerin arsında ben de vardım. Ben Diyarbakır’a Konya’dan gelmiştim. 1975–1976 yıllarında Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü’nde okuyordum. Faşistlerin yoğun baskısı nedeniyle okula giremiyorduk. Bu nedenle okulu bırakmak zorunda kalmış ve Diyarbakır’a gelmiştim. Hareketle ilişkilerim vardı; ancak birçok kişiyle henüz yakından tanışma fırsatım olmamıştı. Mahmut Çıkman aynı teklifi bana getirdiğinde, Şefik gibi tereddütsüz kabul etmiştim. Böylece 1. Olağan Kongreye kadar beraber çalıştık. Ondan sonraki süreçte Şefik’le ilgili olan anılarım hafızamda pek berrak olmamakla birlikte ilişkilerimizin dostluk temelinde sürdüğünü çok iyi hatırlıyorum. Hareketten kopuşum ve 12 Eylül Darbesi her birimizi ayrı tarafa sürüklerken Şefik’le beni de ayırmış oldu.
Ondan sonraki süreçte yaşadıklarını yine ondan dinleyelim:
“Çalışmalarım (KİP/DDKD içindeki çalışmaları NC) 1980 askeri darbesine kadar sürdü. 1981’in Şubat ayında birçok parti üyesi gibi ben de parti kararıyla yurt dışına çıktım. Bir yıl kadar Lübnan’da kaldım. 1981’in sonunda, kadroların Avrupa’ya gitmesine karşı çıkmama rağmen, geçici bir süre için özel bir görevle Almanya’ya gittim.”
Ülke içinde KİP ve DDKD içinde, ülke dışında da 1982 ‘ye kadar KİP’te sonra Pêşeng, Yekbun, PYSK ( Partîya Yekîtîya Sosoyalîstên Kurdistanê), KKDK (Komela Karkerên Demokratên Kurdistanê) ve Almanya’daki Cıvata Kurd içinde çeşitli kademelerde sorumluluk aldım ve çalıştım.
Şefik’in darbe sonrası yurt dışına çıktıktan sonra tekrar ülkeye gelip gittiğini, hatta bir seferinde uzun bir süre kaldığını(1986-1988) öğrendim; ancak o aralar görüşme imkânımız olmadı.
…
Aslında Şefik’le- yurda gelmeden önce- internet üzerinden haberleşiyorduk. Netkurt’teki “Qasî Dızanım” isimli köşesini sürekli takip eder, yazılarını okurdum. Zaman zaman da chat’leşıyorduk. Sanırım yurda ilk gelişiydi. Bir süre işyerimde oturduk, sohbet ettik. Israrlarıma rağmen:
- Gitmem gerekir, sadece seni görmek için geldim, yarın buluşabiliriz, dedi.
Ertesi gün buluştuk. Yanında, bizim kuşağın çok iyi tanıdığı biri daha vardı: Vildan Tanrıkulu. Vildan da DDKD’nin kurucu üyelik ve Erdem’den sonra genel sekreterlik yaptı. Onun geleceğinden haberim yoktu. Benim için sürpriz oldu. Öğle arasıydı. Diyarbakır-Mardin yolu üzerinde, Hava Alayı’ndan Mardin yoluna girerken sol taraftaki yeni açılmış olan et lokantasına gittik. 1977’lerde Diyarbakır’da belki de hayal bile edemeyeceğimiz kadar lüks ve büyük bir mekândı. Çok keyifli bir yemek oldu. Yemekler lezzetliydi; ama 27 yıl sonra ilk kez bir araya gelen ve eskiden neredeyse günün yirmi dört saatini birlikte geçiren dostların sohbetinden daha lezzetli olmasına imkân yoktu. Yemek sonrası, vedalaştık; çünkü ikisinin de süresi bitmiş Avrupa’ya dönmeleri gerekiyordu. Bu kısacık geçen görüşmelerin tadı damağımda kalmıştı.
…
Şefik’le asıl görüşmemiz 2007’nin Baharında gerçekleşti. O sıralar tuttuğum notlar arasında bu görüşmemizle ilgili şunları yazmıştım:
“Sevgili arkadaşım Şefik Öncü, kaç gündür Diyarbakır’da. Sanırım Avrupa’dan memlekete ikinci gelişi. Görüşme ve ziyaret trafiği oldukça yoğundu. Buna rağmen ara sıra buluşma fırsatı bulduk. Aslında ilk gelişinde de buluşmuştuk; ancak çok kısa bir buluşmaydı bu.
Dile kolay, yıların özlemi… Yılların biriktirdiği o kadar şey vardı ki… Doğrusu bazen hangisini konuşayım, hangisinden söz edeyim, hangisinden başlayayım diye kendi payıma şaşırdığım oluyordu. Öyle ya hangisinden, kimden söz etmeli? Geçmişten mi, bugünden mi? Avrupa’dakilerden mi, Kürdistan’dakilerden mi, hangisinden? Yoksa göçüp gidenlerden mi? Hangisinden, kimden ve nereden başlamalı acaba? Bu durumda şaşırmamak mümkün mü? Bu duyguyu daha önce gelen birçok arkadaşla yaşadım. Ama yine de bir yerlerden başlıyor ve gâh geçmişe gidiyor gâh bu güne dönüyor gâh geleceğe uzanıyordum. Başlayınca da ardı arkası su gibi geliyordu.
Bugün (28.03.2007) yine buluştuk. Oturduğumuz yer, bizim kuşağın çok iyi anımsayacağı Tekkapı’dan sur dışına çıkışta hemen sol tarafta yerinde şimdi yellerin estiği eski TÖB-DER binasının bulunduğu yerin hemen karşısında, mütevazı; ama temiz ve güzel yemekleri olan bir lokaldi. Önce doğu damak tadında bir güzel karnımızı doyurduk. Ancak oturuşumuz sanırım Avrupa tadında oldu; çünkü masadan kalkmak için hiç acele etmedik. Sohbet ede ede yemeklerimizi yedik. Sonra da ince belli bardaklarda tavşankanı çaylarımızı yudumlamaya başladık. Sohbet konumuz yine çok zengindi; ama konu Diyarbekir’e geldiğinde konuşmamız daha bir derinleşip tatlanıyordu.
Şefik’in Suriçi Diyarbakır Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş’la yaptığı röportajını Netkurd’te okumuştum. Sanırım konu ondan başladı. Sayın Demirbaş’ın anlattığı projeleri konuştuk ve konu konuyu açtı:
Son yıllarda köylerin boşaltılması ve Diyarbakır’ın aldığı büyük göç nedeniyle şehir mozaiğinin bozulduğundan, bir türlü köylülüğü aşamayan toplumumuzun göçlerle biraz daha köylüleştiğinden söz ettik. Çevre kirliliğinden, hiç ama hiç susmayan sağır edici korna seslerinden, mütemadiyen ve hiç sakınmadan sağa sola tüküren insanlardan, rasgele ve gelişigüzel etrafa çöp atmalardan dolayı her tarafın çöp yığını olmasından ve Diyarbakır’a hiç yakıştırmadığımız daha birçok şeyden konuştuk. Konuşmamayı yeğlerdim; ama kirlenen politikalardan, ikimizin de yakındığı hiç değişmeyen güdük, çapsız politik anlayışlardan ve daha birçok şeyden konuştuk.
Kuşkusuz Diyarbakır’a yakışan birçok güzellikten de konuştuk. Mesela tarihi zenginliği, kültürel birikimi ve surlardan… Diyarbakır söz konusu olunca tarih konuşulmaz mı? Binlerce yıllık muhteşem tarihi surlar unutulur mu? Sayın Demirbaş’ın deyimiyle: “Taşı kara; ama bahtı açık olan şehir” söz konusu olunca doğrusu konuşulacak çok şey vardı; ancak artık dışarı çıkıp bir hava alma ihtiyacı hissettik. Zaten çaylarımız da bitmişti.
Dışarı çıktık. Hava çok ama çok güzeldi. Pırıl pırıl bir güneş vardı. Çiftkapı’ya doğru yürüdük. Şefik, hem Mardinkapı civarında bulunan Kültür Merkezi’ni görmek hem de yıllardır görmediği Diyarbakır sokaklarını ve surlarını biraz gezmek istediğini söylüyordu. Bunun üzerine Çiftkapı’dan Suriçi’ne girdik. Urfakapı ve Oradan Mardinkapı’ya doğru yürümeye niyetliydik. Bir süre surları takip ederek yürüdük. Sonra surlara çıkmaya karar verdik. Bu sırada benim yükseklik korkum nedeniyle ufak bir kriz yaşadık. Şefik’in çok rahat çıktığı yer bana çok yüksek geldi ve çıkamadım. Daha ilerde surların iyice alçaldığı bir yerden çıkmayı başardım.
Artık Diyarbakır o çirkin, biçimsiz beton yığınlarıyla, tarihi güzellikleriyle, yoksulluklarıyla, zenginlikleriyle, Dicle Vadisiy’le, Gaziköşkü’yle, ayaklarımızın altındaydı. İkimizde de fotoğraf makinesi vardı. Bol bol fotoğraf çektik. Mardinkapı’ya yaklaştıkça Dicle Vadisi görünmeye başladı. Doğrusu manzara nefes kesiciydi. Bir yandan Seman Köşkü (Gazi Köşkü) diğer yanda Hevsel Bahçeleri, hafif fıstıki yeşile bürünmeye yüz tutmuştu. Bu güzel manzarayı bir süre seyre daldık.
Mardinkapı’da surlardan aşağıya indik. Oradan eski bir dostu,(Vedat Aydın’ı) ziyarete gittik. Bir süre mezarı aramak zorunda kaldık; ama sonunda yaşlı bir kadının yardımıyla bulduk. Daha önce Vedat’ı ziyaret etmiştim. O zamanlar mezarı haraptı. Kaç yıldır görmemiştim. Ararken herhalde yaptırılmıştır, bu nedenle tanıyamadık diye düşünüyordum. Ne var ki yıllar önce gördüğüm aynı harap mezardı. Mezar taşları kırılmış, kırılan beton bloğunun paslı demir şişleri çıplak kalmış, sağa sola bükülmüştü. Yaşlı kadına nedenini sorduk. Mezarın yaptırıldığını; ancak her defasında görünmez eller tarafından tahrip edildiğini söyledi. Şefik’in ve mezarın başında zafer işareti yapan yaşlı kadının fotoğrafını çektim.
Vedat’tan ayrıldıktan sonra ziyaret edeceğimiz derneği aramaya koyulduk. Aradığımız yerin Mardinkapı’dan Hançepek’e doğru giden sokakta olduğu söylenmişti ya da Şefik öyle anlamıştı. Kervansaray’ın arkasındaki sokağa girdik. Bilindiği gibi sokağın bir tarafı sur öteki tarafında iç içe, tıkış tıkış o bildik, yoksul evler sıralanıyordu. Yıllar vardı ki bu sokağa girmemiştim. Görmeyeli oldukça değişmişti. Orijinalliğine pek itina gösterilmemiş olsa da Surların bu kesimi yer yer onarılmış, oldukça bakımlı ve sağlam görünüyordu. Sokak, baştan başa kilitli taşlarla döşenip onarılmasına rağmen Diyarbakır’ın bütün sokakları gibi çok tozlu , kirli ve çöp içindeydi.
Kuşağımız iyi hatırlar. Bundan 25 yıl önce bu sokaklara girdiğimizde Xançepek delikanlısı o kendine has “kırıx” edasıyla devrimci ağabeylere gayet içten saygılarını sunar ve “Size yanlış yapan varsa söyleyin icabına bakalım. Biz de devrimciyiz, ağabey.” demeyi de ihmal etmezdi. Kuşkusuz sokağa girdiğimizde böyle bir karşılamayı beklemiyorduk. O günlerin çok geride kaldığını biliyorduk; ama yine de gördüğümüz manzara bizi şaşırttı:
Her köşe başında 15–20 yaş arası genç çocuklar vardı. Sokağa girer girmez bütün gözler üzerimize çevrildi. Pekiyi bakışlar değildi bunlar, oldukçada kötü ve düşmanca… Sokakta ilerleyince sağdan soldan “ çaktırmadan” gözetlendiğimizi fark ettik. Bir an, Amerikan filmlerinde gördüğümüz o belalı zenci mahalleleri gibi, diye içimden geçirdim.
Şefik, o sokaklarda çantasına, telefonuna dikkat etmesi konusunda daha önce arkadaşları tarafından uyarılmış. Ama girmiş bulunuyorduk artık ve “çaktırma”maya çalışıyorduk. Önümüzde üç kişi yüksek sesle tam bir “kırıx lügatiyle” bol küfürlü, hararetli bir tartışmaya tutuşmuştu. Bu arada o tipik “yengeç” yürüyüşleriyle, arada bir yere tükürmeyi ihmal etmeden yavaş yavaş ilerliyorlardı. Biz de kendinden emin, korkumuz yok, gibisinden pozlar takınmış, arkalarından yürüyorduk; ama her adımda güvende olmadığımızı hissediyorduk. Sokakta bir süre ilerledik. Tarif edilen yerde aradığımız derneği de bulamayınca daha ileriye gitmekten vazgeçtik. Daha doğrusu, giderek daralan ve tenhalaşan sokaklara girmeyi göze alamadık. Geldiğimiz yoldan tekrar geri dönerek Mardinkapı’ya ulaştık. Yıldızlı, lüks bir otel olarak restore edilen Kervansaray’a şöyle bir göz attık ve bir kez daha Hevsel Bahçeleri’ni Mardinkapı’dan kuşbakışı seyrettik. Sonra da Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesinin rehabilite ve restorasyon çalışmaları sonucu yavaş yavaş modern ama otantik bir görüntü almaya başlayan, peynir, yoğurt ve köy kokan o küçük, sıra sıra dükkânların önünden geçerek Balıkçılarbaşı’na kadar yürüdük. Oradan bir şehir içi minibüse atlayarak Ofis’e gittik. Böylece kısa ve tehlikeli turumuzu noktalamaktan öte, bir başka sefere erteledik.
Şefik haklı olarak: “İnsanın kendi memleketinde, hele Diyarbakır’da rahat gezememesi ne kötü…” diyordu.
…
Sanırım bu gezimizden iki gün sonra Şefik Diyarbakır’dan ayrıldı. Avrupa’ya döndü; ama diyalogumuz devam etti, İnternet üzerinden. Elektronik mektup ya da çhat yoluyla haberleşiyoruz. Şimdiye kadar görüştüğüm arkadaşların birçoğu İsveç’te, Şefik ise Almanya’da ikamet ediyor. Her ne kadar içimden söylemek gelmiyorsa da bazen diyorum ki onlar artık bir yönüyle ”Avrupalı…” biliyorum, Paşa kardeşim bu sözü hiç sevmez ve bana kızacak ama galiba üzerinde durulması hatta araştırılması gereken sosyolojik bir durum olduğunu düşünüyorum. Mesela çoğunun ülkeye gelip yerleşmesi için artık yasal bir engel kalmamasına rağmen neden dönmek istemedikleri bence araştırmaya değer. Kendi payıma Amın Maalouf’un “Ölümcül Kimlikleri” adlı eserini bir kez daha okumaya karar verdim.
Yorumlar
Mahmut Kiper on Mayıs 5th, 2008 11:43
Nezir kardeş!
Arkadaşımız Şefik Öncü üzerine yazdığın yazıyı merakla okudum. Daha önceki arkadaşlar gibi Şefik’i de ‘Avrupa’lı bilmen ve üzerinde sosyolojik araştırma yapılması gereken bir husus olduğuna bir ‘katkı’ hesabı ile birşeyler yazmak istedim. Dediğiniz gibi:
‘Mesela çoğunun ülkeye gelip yerleşmesi için artık yasal bir engel kalmamasına rağmen neden dönmek istemedikleri bence araştırmaya değer. ‘
Biz, bir zamanlar siyasi nedenlerle çeşitli Avrupa ülkelerinde mülteci olduk. Durum ve koşullar kısmen de olsa değişti, ülkeye dönme koşulları doğdu. Ama bu kez de, bizler farkında olmadan, ekonomik mülteci olma durumuna düştük.Çünkü, artık eskisi gibi, yani gençlik yıllarımızda olduğu gibi, ekmek gölden su gölden durumunu sürdüremeyız! Çoğumuz buralara bekar gelmişti, şimdi hepimiz evli ve çoluk çocuğa karışmış vaziyetteyiz. Eğer zengin bir aileye mensup değilsen,emeklilik haklarını elde etmeden dönmesi durumunda el aleme el açma pozisyonuna düşeceğini, söylememe gerek var mı? Emeklilik te burda, sizin orda mezarda emeklilik olarak tabir ettiğiniz 65 yaşında olunca de gerisini varın siz düşünün! Evet, ülkeye dönme durumu olanların neden dönmediğinin ve yerleşmediğinin kısa bir izahını ve nedenlerini, kendimce yazmaya çalıştım. Mutlaka başka nedenleri olanlarda olabılir ve bu nedenlede değindiğiniz gibi sosyolojik bir araştırmayı gerektirebilir.İlk elde bunlar aklıma geldiği için sizinle, bunlsrı paylaşmak istedim.
selamlar saygılar
Fayık Epözdemir on Şubat 7th, 2009 01:27
Ben Şefik Epözdemir’in Kardeşi Fayık Epözdemir’im. 1976 Van Depreminden Gelirken Baykan’da Ahmet Söker’in İşknece Edilerek Öldürüldüğünü Duydu. Dİyarbakr’a Gitti CenazeTöreninde Minibüs Üzerinden Maocular Tarafından Minibüsten İtilerek Düşerken Kafasını Kaldırıma Çarparak Yere Yığıldı. Bir Zincir İzi Sol Omuzundan Sağ Omuzuna Kadar Vurulduğu Belliydi. Onun İzinden İlerliyoruz. Tabi ki Halkımız Nerdeyse Bİzde Oradayız. Yanlız Yola Çıkanlar Birer Birer Kapitalizm İçerisinde Yok Olmaya Mahkumdur. Serhıldanlar Neredeyse Bende Oradayım. Serkeftin..!
Güzel bir anı.Zamanla her şey değiştiği gibi insanlar da hem fizikii hem düşünsel alanda az veya çok degişiyor.Filozofın dediği gibi"Değismeyen tek degişimin kendisidir.
YanıtlaSil