Siyaset gladyatörlerinin meydanlara çıktığı ve etrafa köpükler saçarak, bol keseden attıkları günleri
(03.07.2007) geride bıraktığımız, bu günlerde bile nerdeyse yazılan her yazı ya seçimle ilgilidir ya da kıyıdan köşeden değinmektedir. Yine bugünlerde yazı ve basın dünyasının bir diğer zengin materyali da her zaman ki gibi coğrafyamızın kan ve barut deryasıdır. Doğal olarak okuyucu da bu içerikte bir yazı beklentisi ola bilir ama hemen belirteyim, bu yazının konusu farklı. Konusu, kadim Dicle ve Fırat’ın sularının giderek azaldığı Kan ve gözyaşı ırmaklarının ise şahlandığı aynı coğrafya’nın bir köşesinde geçen, küçük bir geziden notlardır. Yazı, yaşamı salt siyaset gözlüğüyle gören kimilerine belki dudak büktürecek ama Diyarbakır ve Mardin’in yetmiş sekiz kuşağının bir kısmını gülümseteceğini umuyorum. Gülümsetmeyi becerirsek ne ala…
(03.07.2007) geride bıraktığımız, bu günlerde bile nerdeyse yazılan her yazı ya seçimle ilgilidir ya da kıyıdan köşeden değinmektedir. Yine bugünlerde yazı ve basın dünyasının bir diğer zengin materyali da her zaman ki gibi coğrafyamızın kan ve barut deryasıdır. Doğal olarak okuyucu da bu içerikte bir yazı beklentisi ola bilir ama hemen belirteyim, bu yazının konusu farklı. Konusu, kadim Dicle ve Fırat’ın sularının giderek azaldığı Kan ve gözyaşı ırmaklarının ise şahlandığı aynı coğrafya’nın bir köşesinde geçen, küçük bir geziden notlardır. Yazı, yaşamı salt siyaset gözlüğüyle gören kimilerine belki dudak büktürecek ama Diyarbakır ve Mardin’in yetmiş sekiz kuşağının bir kısmını gülümseteceğini umuyorum. Gülümsetmeyi becerirsek ne ala…
Sıkıntılı başlayan günüm, sıkıntılı bir haber üzerine kısa bir gezintiyle devam eden ve sonunda keyifli bir nostaljiye dönüşen bir gün oldu. Sıkıntılı başladı, çünkü Diyarbakır’ın o meşhur Temmuz sıcağına yakalanmadan sabah saatlerinde bitirmem gereken birkaç iş için erken kalkmak zorunda kaldım. Oysa tatil günümdü. Ve oldum olası sabah uykusuna doyamam. İstemeyerek de olsa kalktım ve şehre çıktım. İşlerim pek uzun sürmedi. İşler bitince acıktığımı hissettim ve henüz kahvaltı yapmadığımı hatırladım. Ama kahvaltı için eve geri dönmeyi de göze alamadım. Öğrencilik yıllarımdan kalan ve hala devam eden bir alışkanlıkla, Diyarbakır’ın yetmiş sekiz kuşağı ve ona yakın yaşlarda olanların çok iyi hatırlayacağı Petek Pastanesine yöneldim. Zaten oraya yakındım. Yürürken tek başıma oturup “Petek keyfi”me gölge düşürmemek için kadim dostum Ahmet’i aradım; “Kardeş Petekte su böreği ve soğuk limonata’ya ne dersin” Ahmet sabah uykusunun rehavetiyle bir iki nazlandı ama teklifime yok diyemedi. “ Sen git, geliyorum” dedi.
Kuşağımızın kimi acemi, kimi heyecanlı, kimi pembe bulutlarda çılgınca kanat çırpan, kimi “senin için ölürem” diyecek kadar tutkulu aşığını konuk eden Petek Pastanesindeyim. Diyarbakır’dan uzak kalmış ya da “petekli günleri” unutmuş o yılların romantik ve coşkulu gençlerin şimdi ki elliliklerin hafızasını tazelemek ve birazcık nostalji yaşatmak için günümüz Peteğinden söz etmek istiyorum;
Bizim Petek, otuz yıl öncesinden oldukça farklı. O da değişime uğramış, daha bir modern giyinmiş. O eski doğal, mütevazı ve romantik havası pek kalmamış ama hakkını vermek gerekirse böreği ve saf limonatasının tadı hiç değişmemiş, hala eskisi gibi enfestir. Pastası da öyle…
İçeri girince gözlerim artık soyları tükenmeye yüz tutmuş, gözlerden uzak kuytu köşeleri mekân seçen, birbirine tutkuyla sokulmuş, romantik bir iki çifti görme umuduyla bakındı, ama nafile… Göremedi. Göremezdi, çünkü günümüz gençliğin ve âşıkların tercihi, artık kuytu köşelerden çok sayıları günden güne artan gürültülü, dumandan göz gözü görmez, çirkin kafelerdir. Maslarda yoğun iş temposuna yetişmek için acele acele önlerinde küçük dilimlere ayrılmış pasta ya da böreği atıştıran ve genellikle çantalı, kravatlı iş adamı havasında kişiler çoğunluktaydı. Bende boş bir masaya iliştim. Oturur oturmaz gözlerim yan masada oturan genç çifte kaydı. ‘İşte gözden kaçırdığım romantik bir çift’ diye geçirdim içimden. Ama kısa bir gözlemden sonra öyle olmadığı anlaşıldı. Gözleri önlerindeki tabaktan başka bir şey görmüyordu. Bir birine lakaytsız, atıştırmakla meşguldüler.
Ahmet’in çok hızlı yemek yeme alışkanlığını hatırlayınca onu beklemekten vazgeçip siparişimi aldım. Siparişimi alan garson da eskiden pek eser taşımıyordu. Üzerinde oldukça şık bir üniforma vardı. İlginç, o ünlü Diyarbakır şivesi bile değişmişti. “ Ne istisen babam” demedi. Gayet kibar bir ifade ve edayla siparişimi aldı.
Bir tabak su böreği ve iki bardak limonatayı deviriyordum ki Ahmet geldi. Oda siparişini aldı. Yanılmamıştım, Ahmet önündekilerini bitirdi ama ben hala yemeğe devem ediyordum. Bir bardak limonata daha istedim…
Eh, petekte oturulurda eski günlerden bahsedilmez mi? Bir süre geçmişe tatlı bir gezinti yaptık. Gezintimiz uzayınca garsonun çay teklifine yok demedik. Çaylar gelince, İnce belli bardakların değişime ayak direttiğini gördük. Otuz, kırk yıl öncesinden geliyorlardı. Çaylarımız bitince kalktık ve ikimizin çalıştığı iş yerine gittik.
İş yerindeki hareketlilik hemen dikkatimizi çekti. Daha ne oluyor diye sormaya hazırlanıyorduk ki, çalışanlardan biri bize, (aynı zamanda çok yakın arkadaşamız olan) iş yeri sahibinin annesinin vefat ettiğini söyledi. Bir an içimden “işte yaşam… Bir yanda sevinç, öte yanda üzüntü, bir yanda neşe öte yanda keder…” Diye söylendim.
Doğrusu da öyle değil mi? Ölüm-doğum, varlık-yokluk… İşte yaşamın diyalektiği…
Taziye Mardin’deydi. Ahmet’le arabasına atladık ve Merdine doğru yola koyulduk. Anlayacağınız, nostaljik gezimiz gerçek bir gezintiye dönüştü. Vardığımızda sat on ikiyi az geçiyordu. Önce taziye evine gittik. Annesini yitiren dostumuz bizi karşıladı. Başsağlığı diledik. Epeyce oturduk.
Sanırım, taziye olgusunun her ne kadar gerekli, toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı sağlayıcı, yararlı ve insani olduğu bir gerçekse de, o an teneffüs edilen havanın çok ağır ve sıkıntı verici olduğu da bir gerçek, desek haksız sayılmayız. İnsan bir an evvel o sıkıntılı ağır havadan kurtulmak için sabırsızlanıyor. Bizde hem o sıkıntılı havadan hem de taziye evini sigara içme odası sanan bazı tiryakilerin yoğun sigara dumanından kurtulmak ve temiz bir hava almak için üzüntülü arkadaşımızdan izin isteyerek, tekrar geleceğimizi söyleyip kalktık.
Dışarı çıkıp, sıcak ama temiz Mardin havası yüzümüze çarpınca biraz kendimize geldik. Ahmet, “Merdine gelip de kebap yememek olmaz, Haydi şehre çıkalım.” Dedi. Bulunduğumuz yer Diyarbakırdan gelişte şehir merkezine varmadan Kızıltepe üç yolunda bulunan güzel saat kulesinin yakınlarındaydı. “Madem öyle çevre yolundan gidelim de hem birkaç resim çekerim hem de sana altı yıl boyunca kaldığım pansiyonu ve okuduğum liseyi gösteririm.” Dedim. Böylece basit bir sabah kahvaltısında başlayan nostaljik gezintimiz beklenmedik bir şekilde hoş ve keyifli bir boyut kazanmak üzereydi.
Mardin, çocukluk yıllarımın büyük bölümünün geçtiği kent, İlk sevdalarımın, ilk kavgalarımın kenti… Turabidin’in zirvesi, yukarı Mezopotamya’nın kadim kenti…
Çevre yolunda yavaş yavaş ilerliyoruz. Sağda ipek yolu ve ala bildiğine uzanan Mardin ovasının kuşbakışı görüntüsü, sol taraftaysa Turabidin’in en yüksek tepelerinin birinde yer alan Mardin kalesi ve o yüksekliğin yamacında bulunan, büyüleyici Mardin görüntüsü… Yüzlerce kez gördüğüm bu görüntü her defasında beni heyecanlandırır ve tarifi mümkün olmayan hoş duygular yaratır. Şehri bir hilal gibi çevreleyen ve aşağılara doğru uzanan düzlük ile Mardin yüksekliğinin sınırı gibi görünen yolda ilerledikçe, zaman zaman Ahmet’i durdurup fotoğraf çektim. Sonunda yolun Nusaybin yönüne açılan kavşağında bulunan okuduğum liseye geldik. Orda indim. Birkaç resim çektim. Okullar tatil de olduğu için kimse yoktu. Okulun ve Pansiyonun etrafında biraz gezindim. Ahmet arkadaş pek oralı değildi ama ben bir süreliğine otuz-kırk yıl önceki dünyama uçmuştum. O tatlı, tozpembe çocukluk yıllarıma… Beş on dakikalık düş yolculuğumdan arabaya döndüğümde Ahmet “Kebap yemek için çıktığımızı hatırlattı. Geldiğimiz yoldan tekrar geri dönmek zorunda kaldık. Çünkü bulunduğumuz yerden şehir içine girilmiyordu. Trafik tek yön de işliyordu.
Nihayet Mardin’in ünlü kebapçılarından birindeyiz. Doğrusu çok methedilen mekânı pek beğenmedim. Zemin ve duvarlar boydan boya fayansla kaplanmış büyükçe bir mutfağa benziyordu. Girer girmez bizi, yöremizin çoğu lokantalarında alınan o tanıdık rahatsız edici, ağır et ve yemek kokusu karşıladı. Duvarlar, lokantaya uğrayan ünlülerin resimleriyle doluydu. Bir köşeye bazı devlet adamlarının resimleri gelişi güzel asılmıştı. Eğri büğrü duruyorlardı. Başka bir duvarda büyükçe bir levha içinde Mardin ve Midyat’tan çeşitli görüntüler vardı. Levhanın alt kenarına da büyükçe harflerle şu cümle yerleştirilmişti:
“Dillerin ve dinlerin kavşak noktası Mardin ve Midyat’ta tarihten kesitler.”
O kadar gereksiz ıvır zıvır la süslenen duvarlarda gördüğümüz en anlamlı görüntü buydu. Minare ve camin yan yana, çan ve ezan sesinin birbirine karıştığı Kürt, Arap, Türk, Süryani’nin aynı kahvede oturduğu, her masada farklı bir dilin konuşulduğu Mardin ve Midyat’tı oldukça iyi anlatan bir cümle.
Oturduğumuz yerden pencereden bakılınca tam tepemizde duran heybetli Mardin kalesini görüyorduk. Müşterilerin meraklı bakışları arasında kalktım ve pencereden bir iki görüntü çektim. Ve nihayet kebaplar geldi…
Her şeye rağmen kebaplar nefisti. Loş ekmeğin içine küçük küçük dürümler yaparak iştahla yedik. Yanında verilen bol sımaklı soğanı, tabağın altına serilen ve kebap yağının iyice sindiği ekmek parçasına kadar, kolesterol falan dinlemeden, her şeyi silip süpürdük. Süpürdüm, demek daha doğru olur çünkü Ahmet’in önündeki tabağın öyle silip süpürülmüş hali yoktu. Tabağın dibinde kalan o en yağlı ekmek parçasını da ben yedim. Ohhh… Dünya varmış… Şimdi Mardin daha bir güzel görünüyor. Zevkle kavradığımız ince belli bardaklarımızı iki kez boşalttıktan sonra kalktık ve yüzlerce kez geçtiğim şehir merkezindeki o daracık ana caddeden geçip tekrar çevre yoluna girdik. Taziye evine uğradık. Bir süre daha oturduk. Artık akşamüzeriydi. Kalkmamız gerekiyordu. Kaçıncı fatiha olduğunu hatırlayamadığım fatihayı okuyup ayrıldık. Arkadaşımızı üzüntüleriyle öylece bıraktık… Yaşam devam ediyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder