Meraklı hizmetlimiz Şerif, yine sahnede… (sanırım artık okuyucu onu iyi tanıyor) Yanıma gelip:
“Hocam, aşağıda misafiriniz var!” diye haber verdi.
Laflamak için fırsat kollayan Şerif, benden gelenin kim olduğunu sormamı özlemle bekledi; ama nafile ben o fırsatı Şerif’e vermemeye karalıydım.
Alt kattaki bekleme salonuna geldiğimde eski arkadaşlarımızdan Seydoş Solmaz bekliyordu. Türkiye’de olduğu halde onunla da 25- 30 yıl boyunca görüşememiştik. Aslında o “Avrupalı” değildi, İstanbul’da ikamet ediyordu. Onunla otuz yıl aradan sonra ilk kez 2007’de görüşmüştük. Kucaklaştık. Oldukça hoşsohbet ve hafızası da bir o kadar güçlüydü. Her şeyi şaşırtıcı bir şekilde hatırlıyordu. Bizden birkaç yaş büyük olmasına rağmen, en ince detaylarına kadar hatırladığı birçok olayı ben hatırlamıyordum. Hele :“Yabancı Diller Yüksek Okulu’nda sana hocalık yaptım, hatırlamıyor musun” diye sorması gerçekten şok ediciydi; çünkü ben onun bir dönem Türkçe derslerimize girdiğini hiç ama hiç hatırlamıyordum. Bir süre Seydoş’la geçmişin dehlizlerinde gezindikten sonra günümüze döndük. Derin sohbete girmeden Seydoş, bana: “Haydar ülkeye dönmüş, geçen gün gördüm. Senin telefonunu istedi benden.”dedi.
Haydar deyince, doğrusu ilk anda vefat edeli epeyce olduğunu bildiğim halde nedense Haydar Boztemur aklıma geldi. Bu vesileyle çok genç yaşta aramızdan ayrılan Haydar’ı hüzünle yad ettik. Hangi Haydar, diye sorunca, Haydar Otlu diye açıklık getirdi. Bunun üzerine ben Haydar’ın telefonunu Seydoş’tan alıp onu aradım. Ama bu telefon buluşmasından önce şöyle bir geçmişe uzanıp Haydar’la orada buluşalım;
Yıl 1978, Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nde öğrenciyim. DDKD’yi yeni kurmuşuz. Coşkulu ve heyecanlıyız. Yerimizde duramıyoruz. Harıl harıl çalışıyoruz. 78 Kuşağı’nın o bitmek tükenmek bilmez enerjisiyle bir günde devlet yıkıyor yeni devletler kuruyoruz. Ama benim farklı bir heyecan ve coşkum vardı: Âşıktım. Doğrusu o yıllarda (hani aşkların da illegal olduğu zamanlarda )sık sık âşık oluyordum; ama bu seferki farklıydı. Zorlu bir güzele tutulmuştum. Şimdilerde moda olan tabirle vurgundum… Ama iki karpuzu bir koltukta taşımak zordu. “Bir yanda devrim aşkı” diğer yanda “yarın aşkı…” Gizli gizli buluşmalar, mektuplaşmalar… Evet, mektuplar günümüz gençliğinin artık pek bilmediği, yabancısı olduğu mektuplar… Bu durum bir yıl kadar sürdü. Mektuplar, tatmin etmiyordu artık. Meseleyi Mahmut Çıkban’a açtım: “ Ağabey, sevdiğim bir kız var ve evlenmek istiyorum.” dedim. Önce iyi düşünmemi söyledi, ardından evliliğin devrim sürecindeki önemi ve yerine dair bir nutuk… Ve nihayet sadede gelerek: “Aileni çağır gidip istesinler.”ile sonuca bağladı. Ben ailemi karıştırmak istemediğimi, onun bu sorunumu çözmesini istedim. O da: “Peki, bir araştıralım bakalım; sonra sana haber veririz.” dedi.
Araştırma çok uzun sürmedi. Bir gün beni çağırdı: “Nezir, kızın ailesine haber ver; arkadaşlar gidip söz kesecekler.”dedi. Allah… Uçuyordum. Ayaklarım biraz yere bastığında: “Ağabey, istemeye kim gidecek?”diye sordum. “ Haydar Otlu ve eşi Sabiha” dedi.
İşte telefonun öteki ucundaki 30 yıl önce, bugün eşim olan hanımı isteyen Haydar bu Haydar’dı Yani Haydar Otlu’ydu. Haydar’la 12 Eylül öncesi kesilen irtibatımız 27 yıl sonra ilk kez işte bu telefonla yeniden sağlandı. Kısa bir hoş beşten sonra ertesi gün görüşmek üzere sözleştik.
…
Haydar Diljen, 12 Mart Darbesi’ni yaşamış; tutuklanıp işkenceler görmüş biri olarak 78 kuşağına uzak olmamakla birlikte yaş olarak 68 kuşağına da yakın sayılırdı. Darbe öncesi Siverek’in bir köyünde öğretmenlik yapmaktaydı. 12 Mart Darbesi ve sonrasında yaşadıklarını Şeyhmus Diken’e şöyle anlatıyordu:
“ …12 Mart geldi ve ben yakalandım. Gece asker gelip beni aldı. 1971’i 72’ye bağlayan yılbaşını Seyrantepe’deki askeri hapishanede geçirdim. Tarık Ağabeyler (Ekinci) filan hepsi oradaydılar. Kurdoğlu Kışlası’nda işkence yaptılar. Bir ay yattım. Sonra çıktım; ama beni açığa almışlardı, bir süre sonra başlattılar.”(*/1)
Haydar, köyde öğretmenliğe devam ederken sınavlara girip Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe bölümünü kazanır. Böylece, gece Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nde öğrencilik, gündüz Diyarbakır’ın yakın bir köyünde öğretmenlik yapar. O Yıllarda hem Kürt gençlik hareketinin hem de demokratik öğretmen hareketinin önde gelenlerinden biri olarak, 12 Mart sonrası gelişmeleri ondan dinliyoruz:
“…1974 yılında Ankara’da sınavlara girip Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe bölümünü kazandım…12 Mart Muhtırasının izleri hala vardı. Eğitim Enstitüsü’ne faşist müdürler atanmıştı. Bunlar Tokat ve benzeri illerden faşist örgütleyici kadrolar olarak gelmişlerdi. Kurt rozetleriyle dolaşıyorlardı. Ayrıca yine aynı şehirlerden faşist öğrenciler de okula kayıt yaptırmışlardı. Önemli bir süreçten geçiyorduk. Bizden bir önceki yıl solcu, demokrat birkaç öğrenciyi bıçaklamışlardı… Kısa bir zaman dilimi içinde bir iki olay oldu. Biz uzun süreli boykotta yattık. Sonra okuldan başlayıp Dağkapı’da biten yürüyüşler yaptık. Yüzlerce öğrenci hep bir ağızdan sloganlar atarak yürüyorduk. “Xelkê me vere cem me”(halkımız gelin yanımıza) diyorduk. Tarih 1975. İşte böyle iki yürüyüş ve birkaç da boykotla işi bitirdik. Faşistlerden Diyarbakır’da hiçbir iz kalmadı, okul da bizim elimize geçti.
Daha sonra 1976’da Türkiye genelinde bir boykot daha oldu. Biz de 2 – 3 ay kadar boykota girdik. O zaman Diyarbakır Yüksek Öğrenim Kültür Derneği (DYÖKD) vardı. O Tarihlerde dernek yönetiminde TSİP’li arkadaşlar vardı. Ayrıca Dev-Genç, THKPC ve THKO’lu arkadaşlar vardı. Biz Kürtler de kendimizi örgütleme kararı verdik. DYÖKD’nin kongresini Tekkapı’nın oradaki TÖB-DER’de yaptık. Ben de TÖB-Der Diyarbakır şubesinin sekreteriyim. Kongrede divan başkanıyım. Salonda bine yakın öğrenci var. Yüzde 85 ezici çoğunlukla dernek yönetimi Kürtlerin eline geçti. Boykotlar da o arada giderek gelişiyor. Bizim çeşitli taleplerimiz var. Öğrenciler temsilcilerini seçecek, okul yönetiminde temsil edilecek, polis okula giremeyecek gibi demokratik talepler. Pazarlıklar yapıyoruz. İlkelerimizi kabul ettiler. Biz de sol grupların muhalefetine rağmen boykotu kaldırdık. Ve Türkiye’de faşistlerin eline geçmeyen tek eğitim enstitüsü olduk.”
Bilindiği gibi o yıllarda Diyarbakır’da “Türkeş Olayları” meydana gelmişti. Her ne kadar kendiliğinden ortaya çıkmış olsa da 1925 serhıldanından bu yana yaşanan ve Diyarbakır’ın muhalif kimliğini ortaya koyan ilk önemli kitlesel halk hareketidir diyebiliriz. Olayların yakın bir tanığı olarak Haydar şunları söylüyordu:
“…Türkeş olayları, diyebilirim ki biraz kendiliğinden gelişti. İnsanlar o kadar dolmuştu ki TÖB-DER’den toplu olarak çıkılıp İnönü Caddesi’ne ve Dağkapı’ya dönüldü. Çok siyasi değildi. Tümüyle Türkeş’in Diyarbakır’a dair ettiği bir söze tepki olarak doğmuştu. Türkeş, Kürtleri kabul etmiyordu. Kürt düşmanlığı yapıyordu. Bizler de buna karşıydık. Yürüdük, sloganlar attık. Millet askere saldırmıyordu. Kitle sırtını Dağkapı’daki surlara dayayarak kenetlendi. O arada silahlar patladı, yaralananlar oldu. Gece de olaylar devam etti. Ama Türkeş de konuşturulmadı ve geldiği gibi gitti.”
Haydar’ın sözünü ettiği yıllarda ben lise öğrencisiydim. Diyarbakır’da değildim ve henüz onunla tanışmamıştım. Ama aşağıda anlattığı 1977 ve sonrası gelişmelerin ben de bizzat tanığıyım:
“1977’de Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nü bitirdim. Eşimle eğitim enstitüsü öğrenciliği sırasında tanışmıştık. Okulu birlikte bitirerek evlendik… Bağlar Atatürk Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni oldum. Eşim de Ziya Gökalp Lisesi’nde FKB öğretmeni oldu. TÖB-DER’de çalışmayı sürdürüyordum. Eşim de Devrimci Demokrat Kadınlar Derneği kurucusu oldu. Sonra yargılandılar ve 8 yıl ceza aldı.
1979’da genel seçimler oldu. Bağımsız adaylarla seçimlere katıldık. Seçim propagandaları sırasında Siirt’te yakalandık…”
O zamanlar Türk parlamentosu iki meclisten oluşuyordu; Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi. 14 Ekim 1979’da senato yenileme ve Millet Meclisi’nin boş bulunan bazı milletvekillikleri için seçimler yapıldı. Seçimlerde DDKD /Devrimci Demokrat Hareket ve TSİP(Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) arasında ittifak yapıldı. Devrimci Demokrat adaylar, TSiP listesinden seçimlere katıldılar. Hatırladığım kadarıyla Devrimci Demokratlar; Kenan Bulut’u Van’dan, Gani Sungur’u Siirt’ten, Mahmut Oral’ı Mardin’den aday göstermişlerdi. Büyük bir coşkuyla çalışılıyordu. Sanırım Kürtler, cumhuriyet tarihinde ilk kez böyle bir imkân yakalamışlardı. Kendi temsilcilerini Türk Parlamentosuna göndereceklerdi. Yine yanılmıyorsam Kürtler ilk kez TRT’yi kullanarak ulusal taleplerini dile getiriyorlardı. Kürt adayları TRT radyosu ve tek kanallı televizyonda yaptıkları konuşmalarında, Kürdistan’ın, Türkler, Araplar ve İranlılar tarafında parçalanıp sömürgeleştirildiğini, her ulus gibi Kürtlerin de özgür yaşama hakkının olduğunu ve bunu talep ettiklerini dile getiriyorlardı. Bu konuşmalar oldukça ses getiriyor ve Kürt seçmenler arasında büyük bir coşku yaratıyordu. Ancak bu, devlet makamlarının da hırçınlaşması ve sertleşmesine neden oluyordu.
Haydar’ın da yukarda değindiği gibi baskılar ve tutuklamalar artıyordu. Bu baskı ortamında geçen seçim sonucunda Devrimci Demokrat adayları parlamentoya giremedi; ama hatırı sayılır oy aldıklarını hatırlıyorum. Daha önemlisi, Kürt ulusal talepleri çok açık ve net bir şekilde dile getirilmiş ve gündemleştirilmişti. Her şeye rağmen Kürtler için seslerini duyurabildikleri demokratik bir süreçti. Ama uzun sürmedi. Yeni bir darbenin ayak sesleri geliyordu. Haydar o günleri anlatmaya devam ediyor:
“…12 Eylül Darbesi geldi. Diyarbakır’da Yenişehir’de İpekçi Taksi Durağı civarında Gül Apartmanı’nda kalıyorduk. Gece sabaha karşı anonsları duyunca, insanların pencerelerden sokağa kitaplarını fırlattığına tanık oldum. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Diyarbakır’da düşünen,direnen, onurlu yaşam mücadelesi veren herkesi darbe olduğu gün topladılar.”
“…Beni… Asker polis birlikte okuldan aldılar. Müdür yardımcısıydım. Önce eve götürüp evde arama yaptılar. Kitapları topladılar… Hiç unutmam, bir albay kitapları karıştırıp kendine de birkaç tane seçmişti. Çarşı karakoluna götürdüler. Orada iki gün nezarette kaldım. Hepimizi Kurdoğlu Kışlası’nın arkasında topladılar.16 gün boyunca en fazla işkence görenlerden biriydim. Sebebi de ben o zaman DDKD içindeydim, onla rda DDKD’nin arkasındaki partiyi ve yöneticilerini merak ediyorlardı. Sonra Mehdi Zana’yı getirdiler… Rahmetli Vedat Aydın’ı…
Herkes ‘ne oldu?’ diye soruyordu. Sohbet ettik, darbeyi ve sonuçlarını değerlendirdik. Bir ayımız doldu. İfademde aleyhimde değerlendirebilecekleri hiçbir şey yoktu. Beni tahliye ettiler. Ardından işime son verdiler. Kısa bir süre sonra bir operasyon dalgası daha başladı. O operasyonda bizlerle ilgili bir sürü isim de verilmişti. Tarih 1981 olmalı. Değişik yerlerde saklandık. Önceden bazı arkadaşlarımız Suriye’ye gitmişti. İlişkiler kurarak Cizre üzerinden Suriye’ye geçtik. Diyarbakır’dan tanıdığım arkadaşların evleri vardı. Oraya yerleştim. Bir ay sonra eşim ve iki çocuğum da geldi.”
Haydar’ın eşi Sabiha Öğretmen, DDKAD’nin ( Devrimci Demokrat Kadınlar Derneği) kurucu üyesi ve yöneticilerindendi. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle düzenledikleri bir kutlama etkinliği nedeniyle yargılanmış ve 8 yıl ceza almıştı. TÖB-DER salonunda yapılan kutlamayı hatırlıyorum. Kenardan izlemiş, yapılan konuşmaları dinlemiş ve alkışlamıştık. Haydar “bu komik olay” için:“İsveç’te bir sürü gazeteye yansıdı.” diyerek yurt dışına çıkış macerasını anlatmaya devam ediyor:
“Kamışlı’da, Şam’da kaldık, çocuklarım bir ay sonra İsveç’e geçtiler. Ben ise 8 ay kaldım… Sonra Filistinlikler aracılığıyla sahte pasaportlar hazırlandı… Beyrut üzerinden sahte pasaportla İsveç’e geçtim.”
…
Ve işte Haydar, eşi ve çocuklarıyla 27 yıl önce terk etmek zorunda kaldığı şehrine, topraklarına dönüyordu. Gerçi bu ilk gelişi değilmiş, daha önce 1996′ da kendi tabiriyle ”eşi dostu görmek için” gelmişti; ama o sıralar görüşme imkânımız olmamıştı.
Görüşeceğimiz gün öğleye doğru Haydar’ı aradım. Niyetim onları öğle yemeğine çıkartmaktı. Ama Haydar: “Nezir hava çok sıcak. Üstelik Sabiha güzel bir yemek yapmış. Sen gel buraya.” diye ısrar etti. Şehir merkezinde aldıkları yeni evlerini kolayca buldum. Kapıda Haydar karşıladı. Otuz yıl sonra ilk kez gördüğüm Haydar, oldukça genç kalmıştı diyebilirim. 27 yıl önceye göre onlarda fiziki olarak neler değişmiş diye biraz daha dikkatli bakındım. İlk etapta her ikisinde de orta yaşın verdiği olgunluk ve ağırkanlılık gözden kaçmıyordu. Bunun dışında Haydar’ın dökülen saçları ve armut göbeğiydi. Bendeki son resminde zayıf, uzun boylu, kıvırcık sayılacak kadar dalgalı ve geriye taranmış saçları ile bıyıkları vardı. Evet, eskiye göre daha kiloluydu; ancak bunlar fazla kilolar değil tam tersine ona yakışan ölçüde kilolardı. Kucaklaştık. Eşi Sabiha Hanım’ı da çok iyi gördüm.
Bunca yıl, bunca sıladan sonra geçmişe uzanmamak olur mu? Bir süre, artık iyice alıştığım zaman tünelinde gezindik. Zaman tünelinden çıkıverince iş güçten, çocuklardan, eski yeni arkadaş çevresinden ve nihayet siyasetten konuştuk. Çocuklardan bahsedince, kızları Şilan’ın İsveç Devlet Radyosunda (SR) çalıştığını öğrendim. Bu benim amatör gazetecilik merakımı uyandırdı. Sohbetimiz Amerika’nın Irak’a müdahalesi ve sonrasına kadar uzandı. Ben, Amerikan müdahalesinin 1970’lerdeki güdük solcu argümanlarla değerlendirilemeyeceğini, Ortadoğu halklarının, özellikle Kürt halkının lehine bir sürecin başlangıcı olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyordum. Bush ve Amerikan politikalarını artık salt “emperyalist emeller” çerçevesinde ele alınamayacağını, amaç ve hedefleri ne olursa olsun müdahalenin Irak ve Kürt halkını on yıllarca müthiş bir baskı rejimiyle yöneten, Kürt halkını adeta yok etmeye yeminli, zalim bir diktatörden kurtulmasına vesile olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Bu arada Güney Kürtleri arasında yeni doğan çocuklara “Bush, Dick Cheney” gibi isimler verilerek bu kişilerin birer kurtarıcı, birer kahraman olarak görüldüğünü anlattım. Bu son söylediklerim Şilan’a çok ilginç geldi ve benimle bir röportaj yapmak istediğini söyledi. Kabul ettim. Kayıt cihazını aldı ve ayrı bir odaya geçtik. Röportajın konusu Güney Kürdistan ve Kürtlerin durumuyla ilgiliydi. Doğrusu işini iyi yapıyordu. Güzel sorular sordu. Ben de cevapladım. Daha sonra bu röportajın çalıştığı radyoda yayımlandığını öğrendim.
Haydar, Avrupa’daki Kürtler arasında en üretken ve çok yönlü olanlarındandır. Öğretmenlik, dilbilimciliği, yazarlık vb. alanlarda oldukça verimli ve başarılı çalışmaları vardır. Bildiğim kadarıyla şimdiye kadar Kürtçe 6 kitabı yayınlanmıştır. Çeşitli gazete, dergi ve sitede çok sayıda makale ve yazısı çıkmıştır. Diyarbakır’da kaldığı süre içinde üyesi olduğu VATE grubunun Kürt dili ve lehçeleri üzerindeki çalışmaları çerçevesinde yoğun bir çalışma temposu içindeydi. Bu çalışmalarıyla ilgili kısa bir haber yaptım. Röportaj teklifimi kabul etti. Aslında yapmayı düşündüğüm röportaj çok kapsamlı bir şeydi; ancak bunu başka bir zamana bırakarak, VATE grubunun çalışmalarıyla ilgili bir söyleşi yaptım. Grup ve çalışmalarıyla ilgili sorduğum sorulara, o güzel Kürtçesiyle cevaplar verdi. Sesini kayıt cihazına aldım. Yazıya geçirmede hiç zorlanmadım, çünkü Kürtçesi mükemmeldi. Bütün “İsveç Kürtleri” gibi ailecek çok temiz bir Kürtçe konuşuyorlardı. Bu söyleyişimiz Netkurt’te yayımlandı.
Sohbetimiz akşam saatlerine kadar devam etti. Sonra biraz hava almak için dışarı çıktık. Kadim Dağkapı’ya doğru yürüdük. Bir zamanlar yüz binleri topladığımız Dağkapı Meydanı’na, özgürlük sloganlarımızı sabırla dinleyen, duvarlarına yazdığımız yazılarla kirlettiğimizde bile kaşlarını çatmakla yetinen kara surlara doğru yürüdük. DYÖKD, DDKD vb. derneklerin bulunduğu sokaklara şöyle bir göz attık, eski günleri yâd ettik.
Eski günlere ilişkin anılar bitmiyordu; ama hava kararıyordu. Gün bitiyordu. Ertesi gün buluşmak üzere ayrıldık.
Kendi payıma çok güzel bir gün geçirmiştim. Birçok konuda uzun uzun sohbet etme fırsatı bulmuş, yılların özlemini bir nebzede olsa gidermiş, onca yıl Avrupa’da kalmış olmasına rağmen hala doğu tadında lezzetli yemekler yapa bilen Sevgili Sabiha yengenin güzel yemeklerini yemiş, zaman tünelinde gezinmiş, kısacası çok keyifli bir gün geçirmiştim.
Ertesi gün yine öğle sıraları Haydarların evinde görüştük. Bu sefer ev halkından başka biri daha vardı; Tanınmış Kürt yazarlarından, eski İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı Hasan Kaya… Hasan Kaya sık görüştüğüm simalardan biriydi. Tanıştıktan çok sonra uzaktan da olsa, akraba olduğumuzu öğrenmiştik. Bu nedenle birbirimize mıxaleti (kuzen) diye hitap ediyoruz.
H.Kaya ile Haydar arasında Kürt dili ve edebiyatı üzerinde yoğunlaşan bir sohbet başladı. Sohbeti keyifle izliyordum. İkisi de mükemmel Kürtçe konuşuyordu. Sohbet öğle yemeğinde devam etti. Sabiha Yenge’miz yine çok güzel bir sofra hazırlamıştı. Yemekte yeşil fasulye, pirinç pilavı, güzel bir salata ve meyve vardı. Doğrusu tam benlik bir sofraydı!
Yemekten sonra dışarı çıktık. Dağkapı’ya doğru yürüdük. Oradan Gazi Caddesi, Dörtyol ve Balıkçılarbaşı istikametine yöneldik. Bu güzergâhta belediyenin yenileme ve rehabilite çalışmaları vardı. Dağkapı’dan Hasan Paşa Hanı’na kadar her yer adeta şantiyeye dönüşmüştü. Yürümekte güçlük çekiyorduk. Güzelim Nebi Cami de, Hasan Paşa Hanı da yoğun onarım çalışmalarından nasibini yeterince almıştı. Ulu Cami’nin yanından Çarşıya Şewiti’ye girdik. Tütün satıcılarının bulunduğu sokak bizi o yoğun; ama hoş kokularıyla karşıladı. Çarşı her zamanki gibi satış tezgâhlarının dışarıya taşınması nedeniyle daha da daralan, bildik çarşıydı. Kumaş, tütün, yabancı esans, parfüm ve daha envai çeşit kokunun birbirine karıştığı çarşıda ilerliyorduk. Dükkânlarının kapısında hafif bir ses tonuyla “buyurun, buyurun efendim” diyerek müşteri avlamaya çalışan bıçkın satıcıların bakışları altında, sıra sıra hazır giyim tezgâhlarının önünden geçerek Balıkçılarbaşı’na ulaştık. Buradaki trafik, yaklaşık bir yıldır tek yönlü işlediği halde, trafiğin rahatlamış olduğunu söylemek zor. Eskiden şehirlerarası oto şark terminalinin bulunduğu Vakıflar İş Hanı’nın arkası şimdi şehir içi minibüslerinin, ön cephesinde ise şehir içi otobüslerinin durağı olduğu için muavin bağırtıları ve sağır edici korna sesleri müthiş bir curcuna oluşturmaktaydı. Yavaş yavaş bu hengâmeden sıyrılıp eskiden çift yönlü işleyen; ama şimdi Balıkçılarbaşı-Urfakapı istikametine tek yönlü olan ve siyah parke taşlarla döşenmiş, oldukça otantik bir havaya bürünmüş caddeye girdik. Balıkçılarbaşı’ndan trafik çıkışını sağlayan tek caddeydi. Caddede ilerleyerek Mêrga Ehmet’e doğru yürüdük.
Kısa bir mesafe sonra, yolun sol tarafında “Dengbêjler Evi’ne gider” tabelasının gösterdiği sokağa girdik. O bildik, buram buram tarih kokan, daracık Diyarbakır sokaklarından biri… Sokak dosdoğru tarihi Behrampaşa Camisi’ne uzuyordu. Camiye varmadan sağa dönen Dörtler Sokağına saptık. Biraz ilerleyince yine sağ kol üzerinde eski bir Diyarbakır evinin kapısında “Dengbêjler Evi” tabelasını gördük. Kapının önünde duraksadık. İçerden bir dengbêjin yanık sesi geliyordu. İçeri girdik. Artık ses daha gür ve netti. Diyarbakır’a özgü mimari tarza uygun, kara bazalt taşından inşa edilmiş, avlulu, eyvanlı, muhteşem bir Diyarbakır evinin çok geniş sayılmayan avlusundaydık. Sonradan bize anlatıldığına göre ev; eski, virane bir harabeymiş. Mimar ve Mühendisler Odası Diyarbakır Şubesi tarafından satın alınanmış ve restore edilerek, Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesi’ne tahsis edilmiş. Bütün giderleri belediyece karşılanan ev, halka açık şekilde kültür faaliyeti sürdürüyor.
Evin eyvanında ve avlusunda ahşap sandalyelere oturmuş birkaç kişi, eli kulağında dertli bir stran söyleyen dengbêji dinliyorlardı. Dengbêj bizi görünce oturduğu yerden daha bir dikleniverirken ses tonunu da yükseltti. İri yapılı olan dengbêj, coştukça boyun ve alın damarları şişiyor, yüzüne kan hücum ediyordu. Avludaki serinliğe rağmen dengbêj, boncuk boncuk ter döküyordu. Şeyh Sait ve isyanını konu eden bir stran söylüyordu. Ancak ilginçtir, söz konusu stranda hiç yer almadığı halde, araya “Serok Apo” sözcüklerini serpiştiriyordu. Özellikle bize bakarak ve üstüne vurgu yaparak “Apo” ve “Gerilla” sözcüklerini araya sıkıştırması sanırım bir yerlere mesajdı.
Evin sorumlusu, Diyarbakır’ın o yakıcı yaz sıcağında baştanbaşa siyahlara bürünmüş, kulaklarını kapatacak şekilde başına yine siyah, yün bir şapka geçirmiş, oldukça gizemli ve ilginç biriydi. Ev sahibi olarak bizi karşıladı. Tanıştık. İlginç bir tanışma oldu; çünkü aslında çok eski arkadaş olduğumuzu bu tanışma sırasında öğrendim. Bizim kuşaktan ve DDKD kökenli olduğunu sonradan hatırladım. Bir iki resmini çekmek için izin istedim. Hayır demedi; ama resim çektirmeyi sevmediğini de belirtmeden geçmedi. Yine de bir iki pozunu çektim. Sonra bizi evde gezdirdi. Doğrusu ev harikaydı. Çalışma odaları, idari bürolar amaca uygun dizayn edilmişti. Hemen her odada Kürt dengbêj geleneğinden bir iz bulmak mümkündü. Tipik bir Diyarbekir evi şeklinde dizayn edilen evin bol raflı odalarında, Kürt Dengbêj geleneği ustalarının ( M. Arif, Hesen Cizervi, Gerabetê Xaço, Ayşe Şan… ) büyük portreleri duvara asılmamış, raflara özenle yerleştirilmişti. Oldukça otantik, abartıdan uzak, doğal bir görünüme sahipti. Evde doğal görmediğim tek şey dengbêjlerin – her nedense- oraya gelen farklı ve yabancı, özellikle de kamera vb. cihazları olan konukların dikkatini çekmek için gereksiz bir çaba içinde olmalarıydı.
Epeyce oturduk. Sürekli çay ikramı yapıldı. Çaylarımızı yudumlarken, dengbêjlerin biri bitiriyor diğeri başlıyordu. Yıllar vardı ki böyle bir müzik dinletisi nasip olmamıştı. Bu arada dengbêjlerin sesini işiten mahalle sakinleri de geliyor ve eyvanda yerlerini alıyorlardı. Dinleyicileri artınca dengbêjlerimizin motivasyonu da artıyordu. Bunu, ses tonlarının yükselmesinden ve uzadıkça uzayan stranlarından anlıyorduk.
Akşam saatlerine kadar oturduk. Dengbêjlerin eforuna diyecek yoktu; ama bizim bu enfes dinletiye ne dayanacak gücümüz ne de zamanımız vardı. Artık kalkmamız gerekiyordu. Haydar, bir dostun evine davetliydi. Dışarı çıktık. Güzelim Behram Paşa Camisi’nin ve tarihi sokağın birkaç fotoğrafını çektim. Melik Ahmet’e çıktık. Bir şehir içi minibüsüne atlayarak Ofis’te bulunan Sanat Sokağı’na geldik. Sokak, cıvıl cıvıl… Genç sevgililer, el ele kol kola… Şen kahkahalar, her tarafı sarmış, ala bildiğine kalabalık…25 yıl önce Cami Sokağı denilen sokağın bu halini hayal bile edemezdik. Sessiz sakin bir sokaktı. Sokak, Büyükşehir Belediyesi’nin sokak rehabilitasyon çalışmaları sonucu trafiğe kapatılarak, sağlı sollu kafelerin bulunduğu, zaman zaman çeşitli sanatsal etkinliklerin düzenlendiği bir nevi gençlik ve sanat merkezi haline getirildi.
Kafelerin birinde, bir zamanlar kara lastikten üretilen; fakat şimdilerde kumaş ve iplikten yapılan kürsülere oturduk. Haydarların davetli olduğu evin sahibi gelene kadar çaylarımızı yudumlayarak sohbet ettik. Ve ayrılma zamanı… Vedalaştık; çünkü ertesi gün Avrupa’ya uçacaklardı. Artık buluşmak için bir başka yaza kadar beklemek gerekecekti. Her ayrılıkta olduğu gibi hüzün ve yalnızlık vardı; ama bu, sanat sokağında el ele gezen genç sevgililerin hiçbirinin umurunda değildi. Ortadoğu ve Kürt coğrafyasındaki kan ve gözyaşı da onları pek ilgilendirmiyor gibiydi… Hatta hemen üstlerinden kulak tırmalayıcı bir sesle geçen bomba yüklü savaş uçakların bombalarını nereye boşaltıklarıda…
*/1- Şehmus Diken Amidalılar, Sürgündeki Diyarbekirliler
Nezirê Cibo
Yorumlar
Yorum Gönder