SÜRPRİZ BİR MİSAFİR
Doğrusu her ne kadar normal yaşantı sürecini sık sık kesintiye uğratıyor, sohbetin tadını kaçırıyor ve gün boyu kafa dinlemek için en ufak bir kaçamağa bile fırsat vermiyorsa da bu cep telefonu, harika bir icat vesselam… Nerede olursan ol, ne kadar uzakta olursan ol önemli değil, anında haber alıyor, bilgileniyor insan.
25 yıl önce kuşağımızın hayal bile edemediği harika alet… Pazartesileri işim gereği tatil günümdür, herkes tatilini pazar günleri yaparken ben pazartesi tatil yaparım. Geceleri çok geç yattığım için tatil günleri bol bol uyurum. O gün de öyle yaptım. 12 gibi kalktım. Kurt gibi acıkmıştım. Genellikle yaptığım gibi ağır ama lezzetli bir kahvaltı yaptım. Saat iki gibi Erdem aradı:
— Baba, (Erdemle bir birimize zaman zaman böyle hitap ederiz) ne yapıyorsun?
— Kahvaltı ediyordum.
— Yeni mi uyandın?
— Evet, biliyorsun tatil günüm.
— Bu gün akşamüzeri büroya uğra, sonra eve çıkarız (Erdem’in evi ve bürosu aynı binadadır). Bir misafirimiz var.
Sevinç, 12 Eylül öncesi Kürt kadın hareketinin önemli bir ismiydi. DDKD’nin(Devrimci Demokratik Kültür Derneği) kurucularından ve DDKAD”nin (Devrimci Demokrat Kadınlar Derneği) genel başkanıydı. DDKAD, DDKD gibi kısaca ‘’Şıvancılar’’ diye adlandırılan (T-KDP/KİP) hareketin bir legal kuruluşu olarak, Demokratik Kürt Kadın Hareketini örgütleme ve yönlendirme misyonuyla faaliyet gösteriyordu. Genel Merkezi Diyarbakır’daydı. Sevinç”in dışındaki diğer yöneticileri, hatırladığım kadarıyla: Methiye Özhal, Rahime Kesici, Gül Dağdeviren, ve Türkan Beyik’ti. Her kesimden kadınlar arasında hummalı bir çalışma yapıyorlardı. Siverek, Kozluk gibi bazı ilçelerde şubeleri vardı. O zamanlar oldukça “solcu” bazı kesimlerce tepeden bakılan ve küçümsenen; ama şimdilerde dört elle sarıldıkları “ana dille eğitim” ve “analar çocuklarınıza ana dilini öğretin” sloganlarını, Kürt tarihinde şiarlaştıran DDKAD oldu, diyebilirim. Bu şiarlar doğrultusunda yoğun bir çalışma sürdürülüyordu: kadınlara yönelik okuma yazma kursları açılıyor, kadın sorunları tartışılıyor, seminerler düzenleniyor, bildiriler dağıtılıyordu. Bazı dernek yöneticileri, 12 Eylül sonrası bu bildiri ve çalışmaları nedeniyle açılan davalardan yargılanıp uzun süre cezaevlerinde yattılar. Dernek, günün şartlarına uygun bu isabetli şiar ve çalışmalarıyla kısa sürede kitleselleşti. Dönemin sosyalist düşüncelerinin etkisinde olsa da özünde ulusalcı duygu ve düşüncelerle hareket ediyorlardı. Sevinç, yıllar sonra DDKAD’nin kuruluş ve çalışmalarıyla ilgili şunları söyleyecekti:
”80’li yıllar, Denizlerin idamından sonra Türkiye’de sol, genellikle öğrenci gençlik içersinde hızla yayılırken Kürdistan’da da ulusal talepler etrafında; ama kesinlikle kaynağını sol, sosyalist akımdan alan öğrenci-gençlik içinde hızlı bir sol-ulusal çizgi gelişti. Sosyalist Kürt çevreler içinde ulusalcılık giderek daha ağır basmaya başladı ve artık Kürt öğrencilerinin ya da gençliğinin taleplerine cevap verecek organizasyonlara ihtiyaç vardı. Bir ayağı Türk örgütler içinde olan Özgürlük Yolu bu talebi karşılayamıyordu. Bu şartlarda DDKD kuruldu. Gençliğin ve kadınların demokratik platformda ayrı örgütlenme talebi tespiti doğruydu. Ama bu talebi karşılayacak modeli şartlar belirlemedi. Hazır olan modeller alınıp şartlara uyarlanmaya çalışıldı. Kısacası kadın örgütlenmesi de böyle başladı. İhtiyaç vardı; ama örgütlenme modelimiz bu ihtiyaca fazlaca uygun değildi. Kadınların kendi inisiyatifi ile değil, bir siyasal hareketin hazır modeli ile oluştu.( Sovyetler ve TKP den âlinmiş hazır modellerdi). Dolayısı ile gelişmeler de buna paralel olarak çok sancılı oldu. Hızlı bir gelişme ve yaygınlaşma oldu. Önderler, yani bizler, bu ihtiyacı karşılamıyordu; çünkü ihtiyaç büyük oranda ulusal-demokratik bir ihtiyaçtı, kadının özlük ihtiyaçlarını karşılamada bizlerin siyasal -ideolojik olarak bağımlı olması bu ihtiyacı gidermede tıkanmamıza neden olmuştu” …
O zamanlar tıp öğrenimine de devam eden Sevinç, demokratik öğrenci hareketinin de etkin bir üyesiydi. Tıp fakültesi bünyesindeki öğrenci gençlik hareketinin ileri gelenlerdendi. Aynı kulvarlarda uzun süre beraber yürüdük. 1979”da hareket içinde meydana gelen ayrılıklarda yollarımız yine kesişti. Mahmut Çıkman, Mehmet Oruç, Erdem Gencan, Paşa Uzun, Sabahattin Korkmaz, Medeni Avcı gibi kadrolarla birlikte hareketten koptuk. Ancak kısa bir süre sonra ayrılanların aynı kulvarda olmadığı anlaşıldı. Ben, Sevinç ve bir grup arkadaş Mahmut’la yola devam etmeye karar verdik. Bir süre yol haritamızı çizmek için yoğun bir çalışma içine girdik. Sık sık toplantılar düzenliyor, bir şeyler yapmak istiyorduk. Bir ara daktilo ile yazıp dağıttığımız küçük bir bülten bile hazırladık. Bu çalışmalar önceleri benim evde, daha sonra sur içinde bir ev kiralanınca oradan, organize edilmeye başlandı. Ancak hiç birimizin tanımadığı oldukça karanlık birinin, bizim bilmediğimiz, ama onun ismini bile koyduğu bir örgütün kurucuları olduğumuz şeklinde ihbar etmesiyle çalışmalar kesintiye uğradı. Sevinç yakalandı. Biz de aranmaya başlandık. Sanırım üç ay tutuklu kaldı, bırakıldı. Bırakılmıştı; ancak biz bağlantı kuramıyorduk. Artık Diyarbakır’da barınmamız da zorlaşıyordu. Polis beni iş yerinden sormaya başladı. Diyarbakır’ı terk etmek zorunda kaldım. Maceralı bir saklanma sürecinin ardından sonra yeniden Diyarbakır’a döndüm. Sevinç’i bulmam gerekiyordu; ama bulamıyordum. Görüşmemiz ancak bir yıl sonra mümkün oldu. Kesin tarihini hatırlamıyorum; fakat tahminen 1980’nin bahar aylarıydı. Fiskaya’da bulunan eski tıp fakültesinin bahçesinde buluştuk. O zamanlar bugünkü Dicle Üniversitesi kampusu yoktu. Sevinç’in öğrenciliği devam ediyordu; ama eski düşünce ve heyecanın devam etmediği her halinden belliydi. O kendinden emin, insana güven veren, güçlü kadın profilinin yerinde yeller esiyordu artık. Duruşunda o zamanlar anlam veremediğim bir bıkkınlık, bir çaresizlik görüyordum. Evlilik hazırlıkları yapıyordu. Üstelik evleneceği kişi, bizim o sıralar savunduğumuz siyasi düşüncelere taban tabana zıt düşünceler taşıyan bir siyasi harekete mensuptu. Zaten bunu işitince kelimenin tam anlamıyla şok geçirdim. Artık aynı yolun yolcuları olmadığımızı anlamıştım. Hayal kırıklığı, kızgınlık, şaşkınlık karışımı duygularla ayrıldım ondan. Bu, Sevinç’le son görüşmem oldu.
Ve yıl 2007… 28 yıl sonra Erdem’in bürosunda karşımda duran, uzun boylu zarif bayan Sevinç’in ta kendisiydi. Dile kolay bir yarım ömür… Onunla ilgili ilk izlenimim, yılların ona iyi davrandığı ya da onun kendisine iyi baktığı oldu. Çok iyi görünüyordu. O an: ‘Avrupa’da yaşamanın farkı olsa gerek.’ diye İçimden geçirdim; ama sonradan, çektiği sıkıntıları, acıları düşününce, “yılların ona iyi davrandığı” yerine “İyi görünüyordu demenin daha uygun olacağına karar verdim. Çünkü yılların, kuşağımıza iyi davrandığını söylemek çok zor… Görüştüğüm “Avrupalı” arkadaşların hemen hepsiyle ilk karşılaşmamda yaşadığım aynı duyguyu yaşadım: “ Nasılsın? Ne var ne yok?” Gibi hal hatır sorularının ne kadar basit kaldığı duygusu… Bir zamanlar içtiğimiz suyun bile ayrı gitmediği, günün neredeyse tamamını beraber geçirdiğimiz dostlarla yıllar sonra ilk kez karşılaşıyorsun ve “E… nasılsınız? Ne var ne yok ?” gibi hemen her gün herkes için kullandığın rutin ve yavan sözler yöneltiyorsun. Ne kadar basit, ne kadar sıradan… Sanki birkaç saat önce ayrılmışsın gibi. Ama doğrusunu isterseniz insan ilk etapta bu soruların yerine daha uygun bir soru da bulamıyor. Ona da “ Nasılsın? Ne var ne yok?” gibi hal hatır soruların ardından: “Ne zaman geldiniz?” diye çok farklı (!) bir soru da sordum sanırım. Bu anlamsız sorulardan sonra yavaş yavaş daha anlamlı ve mantıklı sorular ve cevaplar ardı ardına sıralanmaya başladı.
Yemek vakti yaklaşınca eve çıktık. Eve girer girmez, nefis yemek kokuları bizi karşıladı. Bu güzel kokular zaten hep açık olan iştahımı daha da kabarttı. Sofraya oturmaya sabırsızlanıyordum; ancak dostumuz Av. Sabahattin Korkmaz da yemeğe davetliydi ve henüz gelmemişti. Bu nedenle bir süre beklemek zorunda kaldık. Ne var ki Sabahattin her zaman yaptığı gibi çok gecikince onsuz sofraya oturduk. Doğrusu Fazilet Hanım’ın (Erdemin eşi) yemeklerinin yabancısı değildim; ama bu seferki yemekleri kelimenin tam anlamıyla harikaydı. Sofrada o kadar çok çeşit vardı ki insan hangisinden başlayacağını şaşırıyordu. İçimden: “Bir de Erdem’in Bitlisli olduğunu söylerler!” dedim. Sofrayla ilgili gördüğüm tek eksiklik: yemek sırasında ikram edilmesi gereken şarabın yemek sonunda ikram edilmesiydi. Yemek bitiminde “Erdem, bu eksiklik senin hanene yazılmıştır.” diye söylendiğimde kendini şöyle savundu: “Yemekle birlikte içseydiniz şişer, yemek yiyemezdiniz. Bu nedenle sona bıraktım.”dedi. Yemek boyunca sohbetimiz devam etti. Böylece Sevinç’in Hollanda”da öğrenimine devam ettiğini, Türkiye’de gördüğü öğrenime ek olarak psikiyatri öğrenimini tamamladığını ve şimdi de bir devlet hastanesinde çalıştığını, bir kızı olduğunu, bu arada kendi branşıyla ilgili araştırmalar yaptığını, bunlara ek olarak çeşitli gazete ve dergilere yazılar yazdığını, öğrendik. Doğrusu oldukça yoğun ve üretken bir tempo… … Sohbet arasında bir ara Sevinç sitemkâr ve üzüntülü bir ifadeyle: Çok genç yaşında kardeşinin vefat ettiğini, taziye için Diyarbakır’a geldiğini, yine kendisinin çok ciddi bir kalp rahatsızlığı geçirdiğini; ama beni taziyede göremediğini arayıp sormadığımı, söyleyerek yakındı. Taziyeden haberim olduğu doğruydu; ancak çok sonra… Taziye bittikten çok sonra Erdem anlattı sanırım, o zamanda Sevinç Avrupa’ya dönmüştü. Rahatsızlığından da haberim yoktu. Yeni öğreniyordum. Bunları anlatınca sanırım bana hak verdi gibi… Bu arada benim de 20 yaşlarında, İstanbul Teknik Üniversitesinde okuyan kardeşimin Türk gestaposu tarafından 1993 yılında işkenceyle öldürüldüğünü, ondan önce ben cezaevinde iken babamın vefat ettiğini söyleyesim geldi; sonra vazgeçtim.
Sevinç’i dinlerken kadın erkek, bütün Kürtler’in yaşam macerasının, acılarının, sevinçlerinin ne kadar benzer olduğunu düşünmekten kendimi alamdım. Sohbetimiz daldan dala konuyordu, bir geçmişe bir bu güne gidip geliyordu. Bir ara Sevinç”e, tutuklanması ve polis sorgusunu sordum. Hayali bir örgütten söz ediliyormuş. Sözde biz de onun kurucularıymışız. Bu nedenle aranıyormuşuz. En çok beni soruyorlarmış. “Senin için ne işkenceler yaptılar bana.” diyordu. Hatırlıyordum, uzun süre polis sorgusunda kalmıştı. Korkunç işkencelere maruz kaldığını işitiyor ve biliyorduk. Türk gestaposunun en kudurgan olduğu günlerdi. Dile kolay, o vahşi işkencelere dayanmak her babayiğidin kârı değildi. Birçok kişinin yakından uzaktan ilgili olmadığı suçu, salt korkunç işkencelerden kurtulabilmek için kendi üzerine aldığını işitiyor, şahit oluyorduk. O vahşi işkencelere karşı durabilmek için çelik bir irade gerekiyordu ve Sevinç o iradeyi göstermişti. Sezar’ın hakkı Sezar’a… …
Eskilerden çok kişiyi konuştuk. Özellikle darbe sonrası bukalemun gibi hemen renk değiştiren bazı tiplerin kulağını bol bol çınlattık. Gece gündüz derneklerimizden çıkmayan, hep göz önünde olmaya özel gayret sarf eden, “kraldan çok kralcı” olan bu tipler, 12 Eylül sabahı sokakta karşılaştığı devrimci arkadaşlarını (!) görmezlikten gelen ve hatta tanımayan, o güne kadar koltuğunun altında tutuğu “Bir Militana Notlar” ya da “Saygon Zindanlarında Direniş” kitaplarının yerine seccade koyan kişiliksiz dostları(!) konuştuk. O günlere ilişkin bir iki anekdot anlattım:
Birincisi, Batman’dan tanıdığım, sonradan Diyarbakır’a yerleşerek DDKD”de değil; ama siyasi hareketin içinde oldukça önemli görevler aldığını sonradan öğrendiğim A.K. adlı biriydi. Bu şahıs işittiğime göre şimdilerde İstanbul’a yerleşmiş ve oldukça zengin olmuş. Cezaevinden çıktığım yıldı. Batman’da bir kırtasiye dükkânında tesadüfen karşılaştık. Beni görünce renk attı panikledi. Bir an ne yapacağını şaşırdı. Şaşkınlığı geçince, hafiften yüzünü çevirdi hiç tanımıyormuş gibi davrandı. Tabi, biz de yuttuk (!) Bir diğeri de Sevinç’e çok yakın bir bayan arkadaştı. 1987 yılıydı. Siirt’teyim. Cezaevinden yeni çıkmıştım. Geçimimi sağlamak için bir süre tencere-tava sattım. Daha sonra bir sigorta şirketinin poliçelerini pazarlamaya başladım. Siirt’te bize poliçe pazarlayacak eleman lazımdı. Dost, tanıdık aracılığıyla eleman arıyoruz. Bu nedenle Siirt’te tanıdık kim var, kim yok, diye araştırırken, şu anda hatırlayamadığım biri bize sözünü ettiğimiz bayanın Siirt’te doktorluk yaptığını söyledi. Çok sevindim. Hem eski bir arkadaşımı görecektim, hem de çevresinden yararlanarak eleman bulacaktım… Muayinehanesini buldum ve ziyaretine gittim. Sekreteri, hastası çıkana kadar bizi oturttu. Çay ikram etti. Sonra içeri aldı. Ben sevinerek, sıcak bir karşılama beklentisi içinde içeri girdim. Girmez olaydım. Buz gibi bir ifadeyle:“Buyurun ne istemiştiniz?” diye sordu. Beni tanımadı herhalde diyerek: “Ben Nezir, Diyarbakır’dan” dedim. Cevabı ifadesinden daha soğuktu. Adeta beni bir buz kitlesine dönüştürdü; “Tanıyamadım.” Kızarıp bozarmasından, hatta morarmasından, tanıdığından adım gibi emindim ama yine de: “Sevinç’in arkadaşıyım, eşimin adı Semra, bize çok gelir giderdiniz.” gibisinden bir şeyler söyledim; ama ne Sevinç’i tanıdı ne de eşimi… Ne hafıza ama(!)
Doktor hanımın marifetlerini bitirince Sevinç, gülümseyerek “ Tanımaması mümkün değil tabi o sıralar büyük sorunları vardı. Bunalımlı yıllarıydı. Birçok arkadaşına aynı tavrı gösterdi. Biliyorum.” … Sohbetimiz devam ederken Sevinç arada bir kalkıp oturduğu koltuğun arka cephesinde bulunan pencereyi açıyordu. Mevsim kış, hava oldukça soğuk… Ben, içtiği sigara dumanından rahatsız olmamamız için açtığını sanıyordum. Çünkü onun dışında içimizde sigara içen yoktu. Bir ara: “İçeri sıcak değil mi?” diye sorunca, pencere açmasının asıl nedeni anlaşıldı. Meğer havaların sıfırın altında olduğu durumlarda dahi evinde pencerelerini açık tutma alışkanlığı varmış. Herkesin ‘donuyoruz’ dediği soğuk havalarda o içerde herhangi bir ısıtıcı olmadan ve pencereleri açık bir şekilde normal yaşamını sürdürürmüş. Oldukça ilginç olan bu huyu daha önce var mıydı, bilmiyorum. Ben yeni öğrendim. Yemeklerimizi bitirmiş, artık masada o ağır ve lezzetli yemeklerin verdiği rehavetle oturuyorduk. Bu sırada Sabahattin geldi. Onun gelmesiyle sohbetin seyri siyasi bir içeriğe büründü. Sohbet, Sabahattin, Sevinç ve Sait arasında devam ederken ben ve Erdem daha çok dinleyici konumundaydık. Konu o sıralar PKK gerillalarıyla Türk silahlı güçleri arasında kızışan çarpışmalar, Türk ordusuna sınır ötesi operasyon yapma yetkisi veren tezkere ve bunlara bağlı gelişmelerdi. Sait ve Sabahattin PKK siyasetini eleştirirken, Sevinç savunma pozisyonundaydı. Bu arada içkilerimizi de yudumluyorduk. Sait ve Erdem rakı, ben ve Sevinç şarap içiyorduk.(şişmemek için yemekten sonra tabi) Sabahattin ise içki özürlü biri olarak şarap içmeye çalışıyordu. Politik sohbet geç saatlere kadar sürdü. Doğrusu zevk aldım diyemem; ama tercihlere saygı gereği can kulağıyla(!) dinledik. Sevinç’le siyaset dışı daha konuşulacak o kadar şey var iken siyaset fırsat vermedi, araya(aramıza) girdi. Artık kalkma vakti gelmişti. Çok uzak ellerden ve zamanlardan gelen bir dosta daha doyamadan zaman yine su gibi akmıştı… Anlatılacak onca konu, anılacak onca kişi ve giderilecek onca özlemi buruk bir “başka sefere” dilek ve umuduyla erteleyerek, kalktık. … Sevinç Avrupa’ya döndükten sonra diyalogumuz devam etti. Bir türlü ısınamadığım “chat“le değil; ama elektronik mektuplarla haberleşiyoruz. Doğrusu Diyarbakır’dayken konuşma fırsatı bulamadığımız bazı şeyleri böylece konuşabildik. Hani yazının başında “şu cep telefonu harika bir alet vesselam ” demiştim ya Sevinç ise:”Çok doğru; ama internet ve bilgisayar’ın hakkını da yememek gerekir, o daha bir harika.” Diyordu. 25 Yıl önce hayal bile edemediğimiz bu iletişim araçlarını kullanmak çok güzel ve büyük rahatlık kuşkusuz, ama dostlarla yüz yüze sohbetin tadı bir başkadır…
Nezirê CiBO
Doğrusu her ne kadar normal yaşantı sürecini sık sık kesintiye uğratıyor, sohbetin tadını kaçırıyor ve gün boyu kafa dinlemek için en ufak bir kaçamağa bile fırsat vermiyorsa da bu cep telefonu, harika bir icat vesselam… Nerede olursan ol, ne kadar uzakta olursan ol önemli değil, anında haber alıyor, bilgileniyor insan.
25 yıl önce kuşağımızın hayal bile edemediği harika alet… Pazartesileri işim gereği tatil günümdür, herkes tatilini pazar günleri yaparken ben pazartesi tatil yaparım. Geceleri çok geç yattığım için tatil günleri bol bol uyurum. O gün de öyle yaptım. 12 gibi kalktım. Kurt gibi acıkmıştım. Genellikle yaptığım gibi ağır ama lezzetli bir kahvaltı yaptım. Saat iki gibi Erdem aradı:
— Baba, (Erdemle bir birimize zaman zaman böyle hitap ederiz) ne yapıyorsun?
— Kahvaltı ediyordum.
— Yeni mi uyandın?
— Evet, biliyorsun tatil günüm.
— Bu gün akşamüzeri büroya uğra, sonra eve çıkarız (Erdem’in evi ve bürosu aynı binadadır). Bir misafirimiz var.
— Kim?” diye sorduysam da : “Akşam geldiğinde görürsün. Sürpriz olsun.” deyince bayağı meraklandım; ama ısrar da etmedim.
Akşamüzeri dört gibi büroya uğradım. Kapıyı sekreteri açtı. Kendisi yoktu. Yan odada bulunan Av. Özgür’ün yanında oturdum. O gelene kadar lafladık. Erdem gelince de onun odasına geçtim. Biraz sonra Sait Aydoğmuş geldi. Sait, bizim kuşağın iyi tanıdığı, T-KDP/ KİP harekinin beyin kadrolarındandı. Diyarbakır’da olduğu halde uzun süre görüşememiştik. Onu ayrı bir yazıda tanıyacağız. Yemek saatine kadar sohbet ettik; ama hala sürpriz misafir ortada yoktu. Nihayet kapı çaldı, Erdem karşılamak için odadan çıktı. Salondan gelen seslerden gelenin bir bayan olduğu anlaşılıyordu. Evet, sürpriz misafir bir bayandı. Uzun boylu, zarif bir bayan… İlk görüşte bir tereddüt geçirdim; ama dikkatli bakınca hemen tanıdım: Dr. Işın İşçanlı’ydı (Sevinç İşçanlı’ydı)
Sevinç, 12 Eylül öncesi Kürt kadın hareketinin önemli bir ismiydi. DDKD’nin(Devrimci Demokratik Kültür Derneği) kurucularından ve DDKAD”nin (Devrimci Demokrat Kadınlar Derneği) genel başkanıydı. DDKAD, DDKD gibi kısaca ‘’Şıvancılar’’ diye adlandırılan (T-KDP/KİP) hareketin bir legal kuruluşu olarak, Demokratik Kürt Kadın Hareketini örgütleme ve yönlendirme misyonuyla faaliyet gösteriyordu. Genel Merkezi Diyarbakır’daydı. Sevinç”in dışındaki diğer yöneticileri, hatırladığım kadarıyla: Methiye Özhal, Rahime Kesici, Gül Dağdeviren, ve Türkan Beyik’ti. Her kesimden kadınlar arasında hummalı bir çalışma yapıyorlardı. Siverek, Kozluk gibi bazı ilçelerde şubeleri vardı. O zamanlar oldukça “solcu” bazı kesimlerce tepeden bakılan ve küçümsenen; ama şimdilerde dört elle sarıldıkları “ana dille eğitim” ve “analar çocuklarınıza ana dilini öğretin” sloganlarını, Kürt tarihinde şiarlaştıran DDKAD oldu, diyebilirim. Bu şiarlar doğrultusunda yoğun bir çalışma sürdürülüyordu: kadınlara yönelik okuma yazma kursları açılıyor, kadın sorunları tartışılıyor, seminerler düzenleniyor, bildiriler dağıtılıyordu. Bazı dernek yöneticileri, 12 Eylül sonrası bu bildiri ve çalışmaları nedeniyle açılan davalardan yargılanıp uzun süre cezaevlerinde yattılar. Dernek, günün şartlarına uygun bu isabetli şiar ve çalışmalarıyla kısa sürede kitleselleşti. Dönemin sosyalist düşüncelerinin etkisinde olsa da özünde ulusalcı duygu ve düşüncelerle hareket ediyorlardı. Sevinç, yıllar sonra DDKAD’nin kuruluş ve çalışmalarıyla ilgili şunları söyleyecekti:
”80’li yıllar, Denizlerin idamından sonra Türkiye’de sol, genellikle öğrenci gençlik içersinde hızla yayılırken Kürdistan’da da ulusal talepler etrafında; ama kesinlikle kaynağını sol, sosyalist akımdan alan öğrenci-gençlik içinde hızlı bir sol-ulusal çizgi gelişti. Sosyalist Kürt çevreler içinde ulusalcılık giderek daha ağır basmaya başladı ve artık Kürt öğrencilerinin ya da gençliğinin taleplerine cevap verecek organizasyonlara ihtiyaç vardı. Bir ayağı Türk örgütler içinde olan Özgürlük Yolu bu talebi karşılayamıyordu. Bu şartlarda DDKD kuruldu. Gençliğin ve kadınların demokratik platformda ayrı örgütlenme talebi tespiti doğruydu. Ama bu talebi karşılayacak modeli şartlar belirlemedi. Hazır olan modeller alınıp şartlara uyarlanmaya çalışıldı. Kısacası kadın örgütlenmesi de böyle başladı. İhtiyaç vardı; ama örgütlenme modelimiz bu ihtiyaca fazlaca uygun değildi. Kadınların kendi inisiyatifi ile değil, bir siyasal hareketin hazır modeli ile oluştu.( Sovyetler ve TKP den âlinmiş hazır modellerdi). Dolayısı ile gelişmeler de buna paralel olarak çok sancılı oldu. Hızlı bir gelişme ve yaygınlaşma oldu. Önderler, yani bizler, bu ihtiyacı karşılamıyordu; çünkü ihtiyaç büyük oranda ulusal-demokratik bir ihtiyaçtı, kadının özlük ihtiyaçlarını karşılamada bizlerin siyasal -ideolojik olarak bağımlı olması bu ihtiyacı gidermede tıkanmamıza neden olmuştu” …
O zamanlar tıp öğrenimine de devam eden Sevinç, demokratik öğrenci hareketinin de etkin bir üyesiydi. Tıp fakültesi bünyesindeki öğrenci gençlik hareketinin ileri gelenlerdendi. Aynı kulvarlarda uzun süre beraber yürüdük. 1979”da hareket içinde meydana gelen ayrılıklarda yollarımız yine kesişti. Mahmut Çıkman, Mehmet Oruç, Erdem Gencan, Paşa Uzun, Sabahattin Korkmaz, Medeni Avcı gibi kadrolarla birlikte hareketten koptuk. Ancak kısa bir süre sonra ayrılanların aynı kulvarda olmadığı anlaşıldı. Ben, Sevinç ve bir grup arkadaş Mahmut’la yola devam etmeye karar verdik. Bir süre yol haritamızı çizmek için yoğun bir çalışma içine girdik. Sık sık toplantılar düzenliyor, bir şeyler yapmak istiyorduk. Bir ara daktilo ile yazıp dağıttığımız küçük bir bülten bile hazırladık. Bu çalışmalar önceleri benim evde, daha sonra sur içinde bir ev kiralanınca oradan, organize edilmeye başlandı. Ancak hiç birimizin tanımadığı oldukça karanlık birinin, bizim bilmediğimiz, ama onun ismini bile koyduğu bir örgütün kurucuları olduğumuz şeklinde ihbar etmesiyle çalışmalar kesintiye uğradı. Sevinç yakalandı. Biz de aranmaya başlandık. Sanırım üç ay tutuklu kaldı, bırakıldı. Bırakılmıştı; ancak biz bağlantı kuramıyorduk. Artık Diyarbakır’da barınmamız da zorlaşıyordu. Polis beni iş yerinden sormaya başladı. Diyarbakır’ı terk etmek zorunda kaldım. Maceralı bir saklanma sürecinin ardından sonra yeniden Diyarbakır’a döndüm. Sevinç’i bulmam gerekiyordu; ama bulamıyordum. Görüşmemiz ancak bir yıl sonra mümkün oldu. Kesin tarihini hatırlamıyorum; fakat tahminen 1980’nin bahar aylarıydı. Fiskaya’da bulunan eski tıp fakültesinin bahçesinde buluştuk. O zamanlar bugünkü Dicle Üniversitesi kampusu yoktu. Sevinç’in öğrenciliği devam ediyordu; ama eski düşünce ve heyecanın devam etmediği her halinden belliydi. O kendinden emin, insana güven veren, güçlü kadın profilinin yerinde yeller esiyordu artık. Duruşunda o zamanlar anlam veremediğim bir bıkkınlık, bir çaresizlik görüyordum. Evlilik hazırlıkları yapıyordu. Üstelik evleneceği kişi, bizim o sıralar savunduğumuz siyasi düşüncelere taban tabana zıt düşünceler taşıyan bir siyasi harekete mensuptu. Zaten bunu işitince kelimenin tam anlamıyla şok geçirdim. Artık aynı yolun yolcuları olmadığımızı anlamıştım. Hayal kırıklığı, kızgınlık, şaşkınlık karışımı duygularla ayrıldım ondan. Bu, Sevinç’le son görüşmem oldu.
Ve yıl 2007… 28 yıl sonra Erdem’in bürosunda karşımda duran, uzun boylu zarif bayan Sevinç’in ta kendisiydi. Dile kolay bir yarım ömür… Onunla ilgili ilk izlenimim, yılların ona iyi davrandığı ya da onun kendisine iyi baktığı oldu. Çok iyi görünüyordu. O an: ‘Avrupa’da yaşamanın farkı olsa gerek.’ diye İçimden geçirdim; ama sonradan, çektiği sıkıntıları, acıları düşününce, “yılların ona iyi davrandığı” yerine “İyi görünüyordu demenin daha uygun olacağına karar verdim. Çünkü yılların, kuşağımıza iyi davrandığını söylemek çok zor… Görüştüğüm “Avrupalı” arkadaşların hemen hepsiyle ilk karşılaşmamda yaşadığım aynı duyguyu yaşadım: “ Nasılsın? Ne var ne yok?” Gibi hal hatır sorularının ne kadar basit kaldığı duygusu… Bir zamanlar içtiğimiz suyun bile ayrı gitmediği, günün neredeyse tamamını beraber geçirdiğimiz dostlarla yıllar sonra ilk kez karşılaşıyorsun ve “E… nasılsınız? Ne var ne yok ?” gibi hemen her gün herkes için kullandığın rutin ve yavan sözler yöneltiyorsun. Ne kadar basit, ne kadar sıradan… Sanki birkaç saat önce ayrılmışsın gibi. Ama doğrusunu isterseniz insan ilk etapta bu soruların yerine daha uygun bir soru da bulamıyor. Ona da “ Nasılsın? Ne var ne yok?” gibi hal hatır soruların ardından: “Ne zaman geldiniz?” diye çok farklı (!) bir soru da sordum sanırım. Bu anlamsız sorulardan sonra yavaş yavaş daha anlamlı ve mantıklı sorular ve cevaplar ardı ardına sıralanmaya başladı.
Yemek vakti yaklaşınca eve çıktık. Eve girer girmez, nefis yemek kokuları bizi karşıladı. Bu güzel kokular zaten hep açık olan iştahımı daha da kabarttı. Sofraya oturmaya sabırsızlanıyordum; ancak dostumuz Av. Sabahattin Korkmaz da yemeğe davetliydi ve henüz gelmemişti. Bu nedenle bir süre beklemek zorunda kaldık. Ne var ki Sabahattin her zaman yaptığı gibi çok gecikince onsuz sofraya oturduk. Doğrusu Fazilet Hanım’ın (Erdemin eşi) yemeklerinin yabancısı değildim; ama bu seferki yemekleri kelimenin tam anlamıyla harikaydı. Sofrada o kadar çok çeşit vardı ki insan hangisinden başlayacağını şaşırıyordu. İçimden: “Bir de Erdem’in Bitlisli olduğunu söylerler!” dedim. Sofrayla ilgili gördüğüm tek eksiklik: yemek sırasında ikram edilmesi gereken şarabın yemek sonunda ikram edilmesiydi. Yemek bitiminde “Erdem, bu eksiklik senin hanene yazılmıştır.” diye söylendiğimde kendini şöyle savundu: “Yemekle birlikte içseydiniz şişer, yemek yiyemezdiniz. Bu nedenle sona bıraktım.”dedi. Yemek boyunca sohbetimiz devam etti. Böylece Sevinç’in Hollanda”da öğrenimine devam ettiğini, Türkiye’de gördüğü öğrenime ek olarak psikiyatri öğrenimini tamamladığını ve şimdi de bir devlet hastanesinde çalıştığını, bir kızı olduğunu, bu arada kendi branşıyla ilgili araştırmalar yaptığını, bunlara ek olarak çeşitli gazete ve dergilere yazılar yazdığını, öğrendik. Doğrusu oldukça yoğun ve üretken bir tempo… … Sohbet arasında bir ara Sevinç sitemkâr ve üzüntülü bir ifadeyle: Çok genç yaşında kardeşinin vefat ettiğini, taziye için Diyarbakır’a geldiğini, yine kendisinin çok ciddi bir kalp rahatsızlığı geçirdiğini; ama beni taziyede göremediğini arayıp sormadığımı, söyleyerek yakındı. Taziyeden haberim olduğu doğruydu; ancak çok sonra… Taziye bittikten çok sonra Erdem anlattı sanırım, o zamanda Sevinç Avrupa’ya dönmüştü. Rahatsızlığından da haberim yoktu. Yeni öğreniyordum. Bunları anlatınca sanırım bana hak verdi gibi… Bu arada benim de 20 yaşlarında, İstanbul Teknik Üniversitesinde okuyan kardeşimin Türk gestaposu tarafından 1993 yılında işkenceyle öldürüldüğünü, ondan önce ben cezaevinde iken babamın vefat ettiğini söyleyesim geldi; sonra vazgeçtim.
Sevinç’i dinlerken kadın erkek, bütün Kürtler’in yaşam macerasının, acılarının, sevinçlerinin ne kadar benzer olduğunu düşünmekten kendimi alamdım. Sohbetimiz daldan dala konuyordu, bir geçmişe bir bu güne gidip geliyordu. Bir ara Sevinç”e, tutuklanması ve polis sorgusunu sordum. Hayali bir örgütten söz ediliyormuş. Sözde biz de onun kurucularıymışız. Bu nedenle aranıyormuşuz. En çok beni soruyorlarmış. “Senin için ne işkenceler yaptılar bana.” diyordu. Hatırlıyordum, uzun süre polis sorgusunda kalmıştı. Korkunç işkencelere maruz kaldığını işitiyor ve biliyorduk. Türk gestaposunun en kudurgan olduğu günlerdi. Dile kolay, o vahşi işkencelere dayanmak her babayiğidin kârı değildi. Birçok kişinin yakından uzaktan ilgili olmadığı suçu, salt korkunç işkencelerden kurtulabilmek için kendi üzerine aldığını işitiyor, şahit oluyorduk. O vahşi işkencelere karşı durabilmek için çelik bir irade gerekiyordu ve Sevinç o iradeyi göstermişti. Sezar’ın hakkı Sezar’a… …
Eskilerden çok kişiyi konuştuk. Özellikle darbe sonrası bukalemun gibi hemen renk değiştiren bazı tiplerin kulağını bol bol çınlattık. Gece gündüz derneklerimizden çıkmayan, hep göz önünde olmaya özel gayret sarf eden, “kraldan çok kralcı” olan bu tipler, 12 Eylül sabahı sokakta karşılaştığı devrimci arkadaşlarını (!) görmezlikten gelen ve hatta tanımayan, o güne kadar koltuğunun altında tutuğu “Bir Militana Notlar” ya da “Saygon Zindanlarında Direniş” kitaplarının yerine seccade koyan kişiliksiz dostları(!) konuştuk. O günlere ilişkin bir iki anekdot anlattım:
Birincisi, Batman’dan tanıdığım, sonradan Diyarbakır’a yerleşerek DDKD”de değil; ama siyasi hareketin içinde oldukça önemli görevler aldığını sonradan öğrendiğim A.K. adlı biriydi. Bu şahıs işittiğime göre şimdilerde İstanbul’a yerleşmiş ve oldukça zengin olmuş. Cezaevinden çıktığım yıldı. Batman’da bir kırtasiye dükkânında tesadüfen karşılaştık. Beni görünce renk attı panikledi. Bir an ne yapacağını şaşırdı. Şaşkınlığı geçince, hafiften yüzünü çevirdi hiç tanımıyormuş gibi davrandı. Tabi, biz de yuttuk (!) Bir diğeri de Sevinç’e çok yakın bir bayan arkadaştı. 1987 yılıydı. Siirt’teyim. Cezaevinden yeni çıkmıştım. Geçimimi sağlamak için bir süre tencere-tava sattım. Daha sonra bir sigorta şirketinin poliçelerini pazarlamaya başladım. Siirt’te bize poliçe pazarlayacak eleman lazımdı. Dost, tanıdık aracılığıyla eleman arıyoruz. Bu nedenle Siirt’te tanıdık kim var, kim yok, diye araştırırken, şu anda hatırlayamadığım biri bize sözünü ettiğimiz bayanın Siirt’te doktorluk yaptığını söyledi. Çok sevindim. Hem eski bir arkadaşımı görecektim, hem de çevresinden yararlanarak eleman bulacaktım… Muayinehanesini buldum ve ziyaretine gittim. Sekreteri, hastası çıkana kadar bizi oturttu. Çay ikram etti. Sonra içeri aldı. Ben sevinerek, sıcak bir karşılama beklentisi içinde içeri girdim. Girmez olaydım. Buz gibi bir ifadeyle:“Buyurun ne istemiştiniz?” diye sordu. Beni tanımadı herhalde diyerek: “Ben Nezir, Diyarbakır’dan” dedim. Cevabı ifadesinden daha soğuktu. Adeta beni bir buz kitlesine dönüştürdü; “Tanıyamadım.” Kızarıp bozarmasından, hatta morarmasından, tanıdığından adım gibi emindim ama yine de: “Sevinç’in arkadaşıyım, eşimin adı Semra, bize çok gelir giderdiniz.” gibisinden bir şeyler söyledim; ama ne Sevinç’i tanıdı ne de eşimi… Ne hafıza ama(!)
Doktor hanımın marifetlerini bitirince Sevinç, gülümseyerek “ Tanımaması mümkün değil tabi o sıralar büyük sorunları vardı. Bunalımlı yıllarıydı. Birçok arkadaşına aynı tavrı gösterdi. Biliyorum.” … Sohbetimiz devam ederken Sevinç arada bir kalkıp oturduğu koltuğun arka cephesinde bulunan pencereyi açıyordu. Mevsim kış, hava oldukça soğuk… Ben, içtiği sigara dumanından rahatsız olmamamız için açtığını sanıyordum. Çünkü onun dışında içimizde sigara içen yoktu. Bir ara: “İçeri sıcak değil mi?” diye sorunca, pencere açmasının asıl nedeni anlaşıldı. Meğer havaların sıfırın altında olduğu durumlarda dahi evinde pencerelerini açık tutma alışkanlığı varmış. Herkesin ‘donuyoruz’ dediği soğuk havalarda o içerde herhangi bir ısıtıcı olmadan ve pencereleri açık bir şekilde normal yaşamını sürdürürmüş. Oldukça ilginç olan bu huyu daha önce var mıydı, bilmiyorum. Ben yeni öğrendim. Yemeklerimizi bitirmiş, artık masada o ağır ve lezzetli yemeklerin verdiği rehavetle oturuyorduk. Bu sırada Sabahattin geldi. Onun gelmesiyle sohbetin seyri siyasi bir içeriğe büründü. Sohbet, Sabahattin, Sevinç ve Sait arasında devam ederken ben ve Erdem daha çok dinleyici konumundaydık. Konu o sıralar PKK gerillalarıyla Türk silahlı güçleri arasında kızışan çarpışmalar, Türk ordusuna sınır ötesi operasyon yapma yetkisi veren tezkere ve bunlara bağlı gelişmelerdi. Sait ve Sabahattin PKK siyasetini eleştirirken, Sevinç savunma pozisyonundaydı. Bu arada içkilerimizi de yudumluyorduk. Sait ve Erdem rakı, ben ve Sevinç şarap içiyorduk.(şişmemek için yemekten sonra tabi) Sabahattin ise içki özürlü biri olarak şarap içmeye çalışıyordu. Politik sohbet geç saatlere kadar sürdü. Doğrusu zevk aldım diyemem; ama tercihlere saygı gereği can kulağıyla(!) dinledik. Sevinç’le siyaset dışı daha konuşulacak o kadar şey var iken siyaset fırsat vermedi, araya(aramıza) girdi. Artık kalkma vakti gelmişti. Çok uzak ellerden ve zamanlardan gelen bir dosta daha doyamadan zaman yine su gibi akmıştı… Anlatılacak onca konu, anılacak onca kişi ve giderilecek onca özlemi buruk bir “başka sefere” dilek ve umuduyla erteleyerek, kalktık. … Sevinç Avrupa’ya döndükten sonra diyalogumuz devam etti. Bir türlü ısınamadığım “chat“le değil; ama elektronik mektuplarla haberleşiyoruz. Doğrusu Diyarbakır’dayken konuşma fırsatı bulamadığımız bazı şeyleri böylece konuşabildik. Hani yazının başında “şu cep telefonu harika bir alet vesselam ” demiştim ya Sevinç ise:”Çok doğru; ama internet ve bilgisayar’ın hakkını da yememek gerekir, o daha bir harika.” Diyordu. 25 Yıl önce hayal bile edemediğimiz bu iletişim araçlarını kullanmak çok güzel ve büyük rahatlık kuşkusuz, ama dostlarla yüz yüze sohbetin tadı bir başkadır…
Nezirê CiBO
Tüm yazılarını bıkmadan defalarca zevkle okuyorum.iyiki varsın ve yazıyorsun.bizleri yazdıklarınla ve geçmişimizle buluşturup özlem veumutlarımızın canlı kalmasına sunduğun katkılardan dolayı sana binlerce teşekkür ediyorum.selam ve saygılar.
YanıtlaSilMahmut Timurtaş
Kekê Mahmut, çok zamansız gittin. Birlikte yapacak çok işimiz vardı. Yaşanacak çok yıllar vardı. Ama sen acele ettin. Sözün bittiği yerdeyiz... Ne diyelim, mekanın çiçek bahçeleri olsun
YanıtlaSil