Ana içeriğe atla

25 YIL ÖNCE…25 YIL SONRA-II (Nezîrê Cibo)

PAŞA UZUN’LA BİRAZ NOSTALJİ

2007 Nisan sonlarıydı. Yoğun ve yorucu geçen bir günün ardından evde uzanmış televizyon izliyordum.

Çalan telefonuma “efendim” diye cevap verdiğimde karşıdaki: ”Efendim diyen dillerini yesinler!”diye samimi bir ifadeyle takıldı. Ben daha siz kimsiniz demeden telefonun öbür ucundaki:” Nezir merhaba, ben Paşa!” dedi. Paşa ismini duyduktan sonra sevinç çığlığı atmamam mümkün değildi elbet…
Günümüz Kürt gençliğinin pek tanımadığı Paşa Uzun, 78 kuşağı tarafından çok iyi bilinen ve tanınan bir isimdir. O, DDKD’nin (Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri) kurucularından ve ilk genel başkanıydı. Derneğin olağan kongresine kadar yönetimde onunla beraber çalıştık. DDKD’nin kurulduğu yıl (1977) bir süre aynı evi paylaştık. Evimiz, Diyarbakır Suriçi’nde-bugünkü büyük postanenin hemen arkasında- yıkılan güzelim bir eski Diyarbakır evinin kalıntıları üzerine dikilen, çirkin bir beton yığının beşinci katındaydı. Bekâr evimizin bir odasında bugün sadece yeni kuşağın değil, bizim kuşağın dahi ismini iyiden iyiye unuttuğu, bir zamanlar birçoğumuz için idol olan Mahmut Çıkman kalıyordu.

Derneğin ilk olağan kongresinde Paşa tekrar görev aldı ve sanırım DDKD ile değil, siyasi hareketle yolları ayrılıncaya kadar dernek başkanlığını sürdürdü. Dernek başkanlığı resmen ve fiilen sona erse de o birçokları için; ama özellikle benim için hala başkandır.

Cezaevine kesin olarak ne zaman ve nasıl girdiğini hatırlamıyorum; ama sanırım 12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde hapisteydi. Uzun yıllar “Türk Gestaposu”nun ünlü 5No’lusunda yattı. Darbe sonrası ben de cezaevine girdim; ancak aynı koğuşlarda kalmadığımızdan birbirimizi pek göremedik; ama 5no’lu cezaevinde, o vahşet şartlarında, onurlu ve yiğit bir duruş sergilediğini biliyorum. Aynı yıl içinde tahliye olduk. Ben ondan birkaç ay önce çıkmıştım. Yine hafızam beni yanıltmıyorsa cezaevi sonrası 1986’da ülke dışına çıktı. Onunla son görüşmemiz, tahliye olduğu günlerde ziyaretine gittiğimde gerçekleşti. Aslında bir ara beraber yurt dışına çıkmaya niyetlenmiştik; ama ben sonradan pişman olduğum ve yanlışlığının acısını her geçen gün daha da hissettiğim bir kararla ülke dışına çıkmaktan vazgeçtim.

Yurt dışına çıktığı tarihten 2000 yılına kadar hiç görüşemedik. Kesin olarak hangi yıllar olduğunu hatırlamıyorum; ama 2000 yılından sonra iki kez görüştük. Bunlar çok kısa görüşmelerdi. Yıllar sonra gerçekleşen bu kısacık görüşmelerden bir tat almak, onunla hasret gidermek mümkün değildi. Her iki görüşmede Paşa telefonla: “Nezir, Diyarbakır’dayım; fakat fazla zamanım yok seni ve Erdem’i görüp gideceğim.” diyordu ve öyle de oluyordu. Bir keresinde “Nezir şu anda Seyrantepe’deyim, gelebilir misin? Seni görüp gideceğim.” demesi üzerine hemen atlayıp gitmiştim. Silvan yolu üzerinde Seyrantepe-fakülte inişinin başladığı dört yolun hemen sağ tarafında yer alan gecekondu kahvehanelerinin birinde bir süre oturduk. Dicle Vadisi’ni pek de rahat olmayan iplik kürsülerin üzerinde oturup seyrettik. Çaylarımızı yudumlarken birazcık da olsa hasret gidermiştik: “Eve gidelim, bu gece misafirim ol.” diye ısrar ettiysem de “Biletim cebimde, bu akşam dönmem lazım.” dedi. Sonra da vedalaşıp ayrılmıştık… … İşte yine telefondaydı ve: “Nezir, Diyarbakır’dayım” diyordu.

Kısa sayılmayacak bir hal hatırdan sonra: ”Yarın hazırlıklı ol, Karacadağ’a çıkacağız.” dedi. Doğrusu şaşırmadım diyemem.“Yahu Karacadağ’ da ne işimiz var?” diye sorduğumda: “Yürüyeceğiz. Temiz havasını soluyacağız dağın. Sizi bir süre için bu beton yığınlarının çirkinliğinden, egzoz dumanından kurtaracağım. Erdem’e de haber ver, oda hazırlansın üçümüz çıkarız.” diyince şaşkınlığımın yerini sevinç aldı. “Sakın o kravatını yine takmayasın ha! Spor bir şeyler giy.” diyerek (işim gereği sürekli takım elbise ve kravatlı oluşuma takılıyordu)üsteledi. Eh, ne de olsa o başkandı!… Buluşacağımız saati ve yeri belirledikten sonra birbirimize iyi akşamlar dileyerek telefonu kapattık.

Erdem’i arayıp durumu ona da bildirdim.

Av. İsmail Erdem Gencan da yeni kuşağın pek tanımadığı; ama kuşağımızın iyi bildiği, DDKD’nin kurucularından ve ilk genel sekreteriydi. Bir zamanlar “Halkım et yiyemiyor ben de yemeyeceğim!” diyecek kadar devrimci(!) geçinenlerin; beyefendiliğine, kentli görünüm ve tavrına dudak büküp beğenmediği “bisküvi çocuği” dediği Erdem’le, DDKD’nin kuruluşunda ve ilk yönetiminde beraber görev aldık; ancak derneğin ilk olağan kongresinden sonra ikimiz de görevlerimizi bıraktık. O sıralar her ne kadar dillendiremediysek de giderek hantallaşan, sürecin gereklerine cevap vermekte yetersiz kalan ve en önemlisi gün geçtikçe boyutlanan Kürt gençlik hareketini toparlamak ve doğru hedeflere yöneltmekten çok, onun gerisinde sürüklenen siyasal yapıyla bir yere varılamayacağına inanıyorduk. Bu nedenle görev almak istemedik. Yönetimde kaldığımız süre içinde, polis soruşturmalarında, cezaevinde ve cezaevi sonrasında, Erdem’le yollarımız hiç ayrılmadı. 5No’luda uzun süre aynı koğuşlarda kaldık. Acı tatlı yığınla anımız oldu. … Ertesi gün, kararlaştırdığımız saate az bir süre kala Paşa’yı aradım. O her zamanki soğukkanlı edasıyla Devlet Hastanesi’nde görevli Dr. Zübeyir adında bir arkadaşımızın yanında olduğunu söyledi. Çok iyi tanıdığım doktor arkadaşla aynı şehirde olmamıza rağmen 25 yıl boyunca hiç görüşmemiştik. Doktor, hastanenin kapısında karşıladı beni. 25 yıl aradan sonra gördüğüm arkadaşta,ağaran sakalından başka pek bir değişiklik yoktu.Aynı Zübeyir’di: sevecen, cana yakın, güler yüzlü…. Kısa ve sıcak bir kucaklaşmadan sonra beni içeri aldı.

Paşa, Doktor’un ofisinde oturmuş çay içiyordu. Beni görür görmez ilk tepkisi:

“Yahu yine kravatlısın, sana spor bir şeyler giy dememiş miydim?” oldu. “Başkan, merak etme kravatı çıkartırım! Hazırlıklıyım.” dedim. Sonra kucaklaştık.

Hal hatır sorulurken bana da çay geldi. Bu arada tatlı bir sohbet başladı. Doğal olarak sohbetimiz anılar üzerinde yoğunlaştı. Bir süre zaman tünelinde gerilere doğru duygusal bir gezinti yaptık. Sonra kalktık.

Doktor arkadaş nöbetçiydi, bizimle gelemedi. Paşa’yla hastaneden çıkıp Dağkapı’ya yöneldik. Şimdi adı “Cumhuriyet Lisesi” olan ve bir zamanlar faşistlerin elindeyken devrimci kesimlerin zorlu mücadelesi sonucu temizlenen, eski adıyla Öğretmen Okulu’nun önünden kadim Dağkapı’ya yürüdük. Meydana varır varmaz, gözlerimiz DDKD Genel Merkezi’nin bulunduğu, surlara bakan, eski binanın beşinci katına ilişti. Belediyenin sokak rehabilite çalışmaları kapsamında dış cephesi boyanmış olan, 30 yıl önceki bina, oldukça şık görünüyordu. Yüzünü surların burçlarına vermiş, gururlu ve vakur öylece duruyordu. Ama bu duruşu binlerce yıllık muhteşem surların duruşu karşısında çok ama çok yapmacık kalıyordu. Yine de 1977’den bu yana Diyarbakır’da değişmeyen, üstelik çok şey görmüş geçirmiş ender binalardan biri olarak kendisiyle ne kadar gurur duysa azdır.

30 yıl önceki uçarı gençlik yıllarımız, bir günde devlet yıkıp, devlet kurduğumuz, ihtilaller yaptığımız, bitmek tükenmek bilmeyen enerjiyle koşuşturduğumuz, o hızlı yıllar, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. İçimden “ hey gidi günler…” demekten kendimi alamadım. Yemek vaktiydi. Nerede yiyelim diye düşünmeden, zaman tünelinden çıkıp gelen dostlarla buluşma yerim olan sur dışında, Tekkapı’nın karşısındaki mesleki bir kuruluşa ait olan lokale gittik. Burası hem çok temiz hem de yemekleri çok güzeldi. Üstelik, eski Töb-Der binasının bulunduğu sur dibinin tam karşısında olması nedeniyle bizim için ayrı bir önemi ve özelliği vardı. Yemeklerimiz her zamanki değişmez doğu tadında olurken zengin sohbet menümüz Avrupa tadındaydı. Yemek sonrası ince belli bardaklarda çaylarımızı yudumlayarak, uzun uzun sohbet ettik. Daha önce yurda dönüş yapan arkadaşlarla yaptığım sohbetlerde politik konular ağırlıkta olurken Paşa’yla sohbetlerimiz biraz farklıydı. Siyaset dışı konular ağırlıktaydı diyebilirim. 25 yıl önce 25 yaşımızda olan bizler şimdi birer orta yaşlı (Yoksa sadece yaşlı mı demeliyim?) olarak aile durumumuzdan, çocuklardan, iş ve ekonomik durumumuzdan ve daha birçok şeyden konuştuk. Kürt yazın hayatı ve sorunlarından, özellikle Kürtçenin okunmamasından, Kürt yazarların çektiği zorluklarından bahsettik. Paşa’nın son çıkan kitabı ”Xalê min Ferit”i değerlendirdik. Kuşkusuz siyaset de konuştuk. Bu sohbetlerden anladığım kadarıyla Paşa da benim gibi Doğuasya tipi, kirli, ”kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan” ulusal olmaktan uzak siyaset ve siyasetçilerden tiksinmiş durumda. O ihtilalci, katı devrimciden eser kalmamıştı; ama içtenliğinden, dürüst kişiliğinden, Kürt yurtseverliğinden hiçbir şey eksilmemişti. Hatta eskiye göre fazlası vardı diyebilirim. O ünlü Siverek ağzıyla konuştuğu Kürtçesi eskiye göre çok daha düzgün ve temizdi.

Çay bardaklarımız kaç kez doldu boşaldı bilmiyorum; ama epey oturduk. Öğle sonrasıydı. Dışarı çıktık. Erdem’in bürosunun bulunduğu Elazığ Caddesi’ne doğru yürüdük. Nedense Paşa, yönünü hep Karacadağ’a çeviriyordu. “Hadi, Karacadağ’a doğru yürüyelim!” diye yine ısrar etti. Bu ısrarını şehir yaşamından bıkmışlığa yordum. Çünkü aynı bıkmışlık bende de var. Benim gözümde koca, kirli bir beton yığınına dönüşen Diyarbakır’da yaşam çekilmez geliyor. Son yıllarda köylerin boşaltılmasıyla şehir, köylü nüfusun istilasına uğradı. Köy yaşam tarzının olduğu gibi şehre taşınmasıyla kent yaşamı adına ne varsa silinip süpürüldü. Ortaya çıkan manzara ise ne şehir ne de köy oldu.

Kuşkusuz Avrupa’da şehir yaşantısı bu derece kirli ve çekilmez değildir… Paşa’nın bıkkınlığı bu anlamda ve bu derecede yoğun olamazdı; ama yine de temiz bir kır havası -hele bu Karacadağ havasıysa-bir Kürt için her zaman aranan ve özlenen bir durumdur.

Erdem’i aradığımda henüz büroya varmamıştı. Adliyede olduğunu, biraz beklememiz gerektiğini söyledi. Belediyenin karşısında bulunan küçük bir çay ocağında oturduk. Çay ocağının sahibi kelimenin tam anlamıyla dünya tatlısı eski bir tanıdıktı. İnsan onun yanında kendisini adeta bir sevgi selinin içinde buluyor. O kocaman gülümsemesiyle bizi karşıladı. Bizim için özel olarak demlediği tavşankanı çayı büyük bir keyifle yudumladık. Epeyce oturduk. Kalkarken bütün ısrarlarımıza rağmen para almadı. Ayrılırken Paşa:

”İşte memleketimizin farkı, böylesi başka yerde yok artık.” dedi.

Daha önceleri bahçeli, ahşap sandalyeleri olan bir kahvehane ve bitişiğinde pastane bulunan, şimdilerde çirkin koca binaların yükseldiği, eski şirinliğinden eser kalmayan Çamlıca Köşesi’ne doğru yürüdük. Köşedeki kadayıfçının önünden geçiyorduk ki içerden biri bize el salladı. Dikkatlice bakınca, bir zamanlar “Boksör” lakabıyla tanınan, Hayri isimli eski bir arkadaşımız olduğunu fark ettik. Bizi de ısrarla kadayıf yemeye davet etti. Kadayıflar atıştırılırken Hayri’yle Paşa’nın sohbeti de koyulaşıyordu. Kadayıflarımızı bitirince fazla oyalanmadan kalktık. Tekrar Erdem’i aradığımızda bir süre daha gecikeceğini söyledi. Bunun üzerine Seyrantepe’ye doğru yürüyeceğimizi, işi bitiğinde bize yetişmesini tembihleyip Paşa’yla yola koyulduk.

Bu arada Dağkapı’ya ulaşmıştık. Tekrar geldiğimiz istikamete, Seyrantepe yönüne döndük. Belediye sonra adliye binası önünden, sağlı sollu askeri bina ve tesislerin sıralandığı bol ağaçlı geniş yolda ilerlemeye başladık. Hızla geçen arabaların gürültüsü ve egzoz dumanı olmasaydı gerçekten hoş bir gezinti olacaktı. Yol boyunca sohbetimiz devam etti. Sohbet yine geçmiş ağırlıklıydı. Ama bu sefer sohbet konuları arasında 5No’lu cehennemi ve onun zebanileri vardı. İşkenceler vardı, önünden geçtiğimiz ve cehennemi geçen mahkemelerin yapıldığı kolordu binası, nezarethaneleri ve mahkeme salonları vardı, Nazilerin ölüm trenlerini aratmayan cezaevi nakil araçları vardı, açlık grevleri, ölüm oruçları, birer cehennem ve ölüm çukuru olan 5no’lu koridorları ve daha nice vahşet sahneleri…

O kötü anılardan uzaklaşmak istercesine yolu hızlı geçerek Seyrantepe’ye vardık. Dörtyol’a vardığımızda Paşa’nın gözü şehirlerarası otogar binasını aradı. Ama nafile, yerinde yeller esiyordu. Binanın yıktırıldığından haberi yoktu. İlk defa görüyordu. Zaten daha birkaç gün öncesine kadar yerinde duruyordu. Kesin tarihini bilmiyorum; ama 40-50 yıllık olduğunu sandığım bina, Diyarbakır-Siverek yolu üzerinde yeni otobüs terminali yapılınca bir günde yerle bir edildi. Hatta talan edildi demek daha doğru olur. Yıkılan binanın, etrafa dağılan beton molozların içindeki demir şişleri söküp satmak ve böylece birkaç kuruş kazanmak için, yüzlerce çocuk yıkıntıların üzerine üşüşmüştü. Ellerinde çekiç, balta vb. aletlerle beton blokları sabahtan akşama kadar dövüp duruyorlardı. Bir iki gün boyunca bu “talan” mesaisi devam etti. Nihayet çıkartılacak demir kalmayınca, beton blokların üzeri tenhalaştı ve yıkıntı ıssız bir viraneye dönüştü. Binlerce, milyonlarca yolcuyu konuk etmiş, binlerce sevdalının kavuşmasına ya da ayrılığına aracı olmuş, emektar bina artık yoktu. O artık “eski garajdı”. Eski garajın mazisine tam dalmıştık ki Erdem aradı:

”Neredesiniz?” “Garajda, yani eski garajdayız.” “Bekleyin geliyorum.”

Bu vesileyle yol üzerinde bulunan küçük bir kahvede soluklandık. Erdem on dakika sonra geldi. Arabaya atladık ve Siverek’e doğru yola koyulduk. Yavaş yavaş şehirden çıkıyorduk. Hamravat Evleri’ni geçtik. Onuncu km’ de yolun sağ tarafında bir dinlenme tesisine girdik. Aslında niyetimiz daha ileriye, Karacadağ eteklerine çıkmaktı. Ancak Erdem’in geç kalmasıyla zaman kaybetmiştik. Güneş batmak üzereydi. Bunun üzerine, suyumuzu ve azığımızı alıp Siverek-Urfa yolunun alt tarafında kalan ve Karacadağ eteklerine doğru uzanan düzlükte yürümeye başladık. Anlayacağınız Karacadağ’a doğru yürüyüşe geçtik.

Şehir dışına çıkmayalı epey olmuştu. O çirkin bina yığınlarından, korna seslerinden, egzoz kokusundan, pervasızca ve sakınmadan, böğüre böğüre boğaz temizleyen, yerlere tüküren insanlardan uzakta, alabildiğine uzanan çimenlerin yaydığı sarhoş edici kokuyu yutarcasına teneffüs ediyorduk. Ara ara çimenlere oturup mola veriyorduk. Yürüyüş boyunca yılların birikimi olsa gerek, bitmek tükenmek bilmeyen sohbet maratonumuz devam ediyordu. Nasıl başladı bilmiyorum; ama bir ara sohbetlerimiz geçmişte yaşadığımız bazı komik olaylara kaydı. Geçmişte kalan bu anıları anımsadıkça bizleri gülme krizi tutuyordu. Katıla katıla, ağız dolusu gülüyorduk. … Yürüyüşümüz devam ederken gecekondu tipi bir eve rastladık. Evin iki köpeği bizi görünce hızla üzerimize geldi. Önce önemsemedik; ancak köpeklerin kararlı hırlamaları bizi tedirgin etti. İşin ilginç yanı, sahiplerinin kapı önünde, bize bakıp bakıp sırıtmaları ve istiflerini bozmamalarıydı. Bu bizi daha da tedirgin etti. Sanırım “bisküvi çocuğu” Erdem, köpek fobisi yüzünden hepimizden daha çok korktu. Köpeklerden çok sahiplerine bağırmamız işe yaradı ve köpekler bizi rahat bıraktı. Ancak bu, yürüyüş heyecanımızı birazcık kırdı. Havanın da kararmasıyla yürüyüşümüzü noktaladık ve arabayı bıraktığımız benzinliğe döndük. Burada bir süre oturduk. Birer yorgunluk çayı içtik. Artık hava iyice kararmıştı ve ne yazık ki o koca kirliliğe dönme zamanı gelmişti. Arabaya atladık ve şehre döndük. Önce Paşa’yı bıraktık. Ayrılmadan önce ertesi gün aynı yerde buluşmak için sözleştik. … Ertesi gün buluştuğumuzda Başkan’ın akşam uçağına bilet aldığını öğrendim. Bu moralimi bozdu. Çünkü en azından birkaç gün daha kalacağını onu misafir edeceğimi (rakı sevmez) hiç olmazsa beraber şarap içeceğimizi düşünüyordum. Saat bir gibi daha önce oturduğumuz lokale gittik. Bu defa Erdem yoktu. Bizi yine ekmişti. İçeri girmeden Paşa kolumdan tuttu: “Bak Nezir, önce anlaşalım; hesabı ben ödeyeceğim. Dün sen ödedin bu gün izin ver ben ödeyeyim. İtiraz istemem.”dedi. Her ne kadar olmaz falan diye diretiyorsam da, kolumu bırakmıyor ve “Söz ver, hesabı ödememe izin vereceksin.” diyordu. Gerçi huyunu biliyordum, tavrı bana pek garip gelmiyordu; ama yine de çok ısrar etmesine biraz şaşırdım. Birkaç dakika lokalin kapısında didiştik durduk. Her ne kadar “ Yahu sen misafirsin olmaz!” dediysem de kâr etmiyordu. “Hayır, söz ver, hesabı ödememe izin vereceksin. ” diye ısrar ediyordu. En sonunda “Başkan ben değil miyim, emrediyorum. Mesele kapanmıştır, hesaplar benden.” demesiyle “cengâverlikten” vazgeçtim ve içeri girdik. Yemeklerimizi bitirmek için acele etmiyorduk. Dünden kalan sohbet maratonumuza devam ediyorduk; ama bitmiyordu, zaten bitirmek de istemiyorduk. Dile kolay 25 yılın hasreti… Biter mi? Bitmez, ama zaman bitiyordu. Ayrılma vakti gelmişti. Kalktık. Dışarı çıktık Kapıda kucaklaştık. Onu bekleyen arabaya bindi ve uzaklaştı. Arkasından bakakaldım… Paşa’yla bir buluşmamız daha böylece son buldu; ama yine kısacık, yine bir parmak bal tadında…

Şubat 25, 2008

Yorumlar

  1. Dostum Nezir ilgiyle okunacak ve izlenecek bir yazı dizisi başlattı. “Arkası yarın” gibi bir şey, merakla bekleyeceğiz galiba. Dünde ve bugünde yer alan yaşam dilimlerinin ,yarına iletilmesi için yapılması gereken bir çaba. Bu yazı serisinin kişileri, özgür bir yaşamı düşleyen “DDKD” sürecinde yer almış kişiler olacak sanıyorum. Siyasal yapılardan, gençlik ve kadın hareketlerinden, sendikal çalışmalardan akıp gelen kişiler… Dünden bugüne, en azından dostluk bağlarını koparmayanlar, kendilerinden bir şeyler bulacak bu yazılanlarda. İkinci bölümde yazdıklarına bakılırsa, ortak yaşanmışlıkların siyasi yüzünden öte , insani yüzünden süzülen acı, hüzün ve okuyanları gülümsetecek biraz da mizah olacak. Sevgili Nezir’in yazısının “bahtsız” kişilerinden biri benim. Nezir’le o kadar çok şeyi birlikte yaşadık ki, ister istemez yer alacağım. Ancak, her şeyimizi yazar diye Nezir’den korkar da olduk artık. Yaşanan acılarla başa çıkmanın bir yolu da mizahtır. Bunu yapmaya cezaevinde başladık ve yaşantımızın bir parçası haline geldi. “Gölgesiyle kavgalı” Nezir’i sakinleştirmenin başka yolu da yok. Sevgili Nezir’in yazısına konu olan gezintimizin büyük bir kısmında kahkaha vardı. Bunu yazma düşüncesinden ve yazıdan haberdardım. (Yazana “yakın” olmanın bazı avantajları da var tabiki.) Bu yazının asıl başlığı farklıydı. Değişmiş. Yazı ekinde bulunan ve benimle Paşa’nın yer aldığı fotoğrafta Paşa’nın eli görünmüyor. Sansüre uğramış. Sevgili Nezir’den nedenini açıklamasını gülümseyerek bekliyorum.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu – 4 / Nezîrê CIBO

Fransız İşgaline Karşı Kürt Direnişi ve Beyandur Olayı: Fransızlar Cezireye geldiklerinde Şamar Aşiret reisi Mişel Başo El Erba onları “memnuniyetle karşıladı”. Böylece Fransız desteğini alarak rakibi Tay aşireti ve Kürtlere karşı avantaj elde etti. Şamar liderinin kışkırtmasıyla Fransızlar, Kürtler üzerindeki baskılarını arttırdılar. Birçok Kürt aşiret reisini tutukladılar. Bunların birçoğunu Beyandur köyünde boğazlarına kadar toprağa gömdüler, sonra da aç köpekler saldırtarak hepsini öldürdüler. Suriye Komünist Partisi yayın organ Direseti İştiraki ’de 1985 yılında yayınlanan bir yazıda olayla ilgili şunlar yazılıyordu: “Fransızlar Beyandur köyünün tepesinde bir kışla kurmuşlardı ve Kürt ileri gelenlerini tutuklayıp onları canlı halde boğazlarına kadar toprağa diktiler. Osê isminde (Tilminar köyünden) birini öldürdükten sonra diğerlerini de bu şekilde toprağa dikip üzerlerine aç köpekler saldırtarak öldürttüler, diğer aşiret reisleri kaçtı, tutuklanan bazıları ise sürgün edild

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı - 1/ Nezirê CIBO

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı / Nezirê CIBO Nezîrê CIBO Kürt tarihi; istilacılara, yağmacı ve çapulculara karşı başkaldırılar tarihi olduğu kadar ihanetler ve iç çatışmalar tarihidir de. Kürt özgürlük hareketlerinde de bu ikili at başı gitmiştir. Başlayan her başkaldırı beraberinde ihanetin izlerini de taşımıştır. Büyük ozan Ahmedê Xanî’nin Mem û Zîn ‘indeki büyük aşk ile aşıkların peşini hiç bırakmayan o kötü adam Bekoewan gibi… Kuşkusuz  bu doğal bir diyalektiktir. Özgürlük-kölelik, aydınlık-karanlık, gerçekliğin iki yüzüdür. Biri olmadan öteki olmaz. Ancak onurlu ve insanca bir yaşam için aydınlığın karanlığa, özgürlüğün köleliğe baskın gelmesi de bir zorunluluktur. Kürt insanı bugüne kadar bütün uğraşlarına rağmen aydınlık yüzü görememiş ise, bunu engelleyen birçok nedenin başında bu iç çekişmeler, siyasi çatışmalar, aşiretler arası kavgalar, kan davaları ve ihanetler vardır. Tarihimizin bu dramatik olduğu kadar ders verici sayfaları ne yazık ki yeteri

Turabidin’den Baltık’a

Kürt Toplumunda Aşiretin Önemi