Denile bilir ki Cumhuriyet tarihinin son 80 yılı boyunca Hasankeyf diye bir yerin varlığı ancak seçimden seçime siyaset gladyatörlerin aklına gelirdi.
Binlerce yıllık ihtişamlı tarihe sahip, birçok devlete başkentlik yapmış, kadim Dicle’ye dik bir açıyla yükselen sarp kayalıklara kurulmuş kalesiyle, Eyyübi, Artuklu sultanlarına ev sahipliği yapmış muhteşem saray kalıntılarıyla, yaklaşık 4000 bin antik mağara ve daha birçok tarihi kalıntısıyla Hasankeyf yıllarca keçilerin otlandığı virane harabeler olarak kendi haline terk edilmişti. Ne devlet ne de tarihi zenginliklerine sahip çıkma bilincinden yoksun yöre halkı bu zenginliğin kıymetini bildi. Yoksul halk o binlerce yıllık mağaraları, beyaz kesme taşlarla yapılan muhteşem eski yapıları yıllarca konut ya da hayvanlarına barınak olarak kulandı. Devlet bu baha biçilmez tarihi mirası korumak için deyim uygunsa parmağını bile oynatmazken halkta bilinçli bilinçsiz yok etmek için elinden geleni esirgemedi. Oysa bugünlerde Hasankeyf bayağı kıymete bindi. Herkes onu konuşuyor. Tıpkı son günlerini yaşayan bir insanın daha önce kapısını çalmayan, dost ve akrabaların ziyaretçi akınına uğraması, ilgi odağı haline gelmesi gibi oda herkesin dilinde, gündeminde… Bölgeye yolu düşen hemen herkesin ziyaret güzergâhında;
- Gelmişken Hasankeyf’i bir görelim. Son görüşümüz ola bilir.
Diyerek mutlaka bir Hasankeyf turu yapılıyor, arkeologların, tarihçilerin araştırma konusu oluyor, adına siteler açılıyor, kampanyalar düzenleniyor.
Malum, bütün bu ilgi ve alaka GAP projesi kapsamında yapılacak olan Ilısu barajı sularının altında kalacağının anlaşılmasından sonra gelişti. Zaten hep böyle olmuyor mu? Kaybedince sahip olduklarımızın değerini anlıyoruz, ancak o zamanda iş işten geçmiş oluyor.
Kuşkusuz bu tarihi zenginliğimizin ilgi odağı olması, geçte olsa öneminin anlaşılması, sahip çıkılması ve en önemlisi sular altında kalıp yok olmasını engellemek için çaba gösterilmesi, sevindirici ve umut vericidir. Öteden beri basında Hasankeyf’i kurtarmak için oluşan duyarlılık ve kamuoyu beni de sevindiriyor ve umutlandırıyordu. Ta ki geçenlerde bir vesileyle yolumun o taraflara düşmesiyle, gidip Hasankeyf’in o acınası halini görene kadar…
Kaç yıl oldu bilmem ama uzun yıllar vardı ki o taraflara yolum düşmemişti. Nihayet geçenlerde bir gurup arkadaşla hafta sonu tatilini değerlendirmek için gittik. Batman Siirt üç yolundan ayrılıp onlarca kez gidip geldiğim yol; sağlı sollu uzanan çıplak, petrol kokan tepeleriyle, yoksul köyleriyle, hep aynı el değmemiş gibi… Raman ve Turabidin sıra dağlarının arasında bir yılan gibi güneye kıvrılarak, bu iki dağ silsilesinin kavuşmasına engel olan Diclenin üzerindeki Hasankeyf Köprüsüne varana kadar hemen aynı manzarayı seyrederek yol aldık. Tek farklı görüntü, arada bir göze çarpan ve bana hep şaha kalkmış koca bir at görüntüsünü hatırlatan petrol kuyularının pompalarıydı. Köprüden geçip öte tarafa yani Hasankeyf şehir merkezine girince aşina olduğumuz o orta çağdan kalma görüntüyle kucaklaştık; Yıllar önce gördüğüm aynı daracık, küçük çarşı ve sağlı sollu sıralanan dükkândan daha çok baraka görüntüsü veren "dükkânlar"… Bir farkla, çok daha yoksul, çok daha kirli ve çok daha bakımsızdı.
Esnafın meraklı bakışları arasında küçük çarşının bitiminde bulunan El-Rızk Camisine ulaştık. Eyyübi hükümdarı Sultan Süleyman tarafından yapılan caminin Dicle’ye bakan avlusuna girdik. Dünyada bir eşi bulunmayan minaresinin ihtişamına hiç yakışmayan bir görüntüyle karşılaştık. Kirli ve bakımsızdı. Avlunun her tarafını yabani otlar kaplamıştı. Mem û Zin filminin bazı sahnelerinin çekildiği avlu Dicle’ye kuşbakışı bakıyordu. Bir süre seyrettik ama kadim Dicle ve Hasankeyf’e hiçte yakışmayan görüntüler göz zevkimizi bozuyordu; nehir kıyısı boyunca çöp yığınları birikmişti. Akan lağım ve atık sular etrafa iğrenç bir koku yayıyordu. Bundan 30-40 yıl önce gördüğüm Dicle’nin o masmavi sularından eser yoktu. Ama her şeye rağmen o yükseklikten Dicle harika görünüyordu, kıyısındaki kirliliğe duyarsız, sessiz sakin akıyordu. Kim bilir beklide ağlıyordu…
El-Rızk Camiden çıkıp kaleye doğru yürüdük. Giderek daralan ve 200-300m derinliğindeki vadiden geçen yolda ilerlerken insan aniden bir zaman tünelinden geçitiği hissine kapılıyor. Romalıların, Bizanslıların, Sasanilerin, Eyyübilerin, Artukluların, Akkoyunluların, Moğol yağmacılarının ve daha birçoklarının bir zamanlar mekân seçtiği Hısnkeyfa’dayız artık…
Yolun her iki tarafında dik bir açıyla yükselen sarp kaya kütleleri, yolun sağ tarafında bu kaya kütlelerin zirvesine kurulan tarihi kale çocukluğumda gördüğüm ilk gün gibi heybetli ve hayranlık vericiydi. Sağında ve solundaki duvarların tamamı yıkılmasına rağmen yıkılmamış, ayakta kalmak için direnen kemerli ve işlemeli kapıdan kale içine girdik. Kale kapısından başlayıp zirveye doğru kıvrıla kıvrıla giden taş basamaklı yolda yukarıya tırmanmaya başladık. Nefes nefese ulaştığımız ilk mağaranın önünde Kültür bakanlığının badem bıyıklı memuruyla karşılaştık. Ahşap bir sandalyeye kurulmuş, giriş ücreti kesiyordu. Önce sevindik. Kaleyi gezme konusunda bize yardımcı olur diye… Ancak biraz sohbet edince sevincimiz kursağımızda kaldı. Memur kaleye giriş ücreti alıyordu ancak bunun dışında hiçbir şeye karışmıyordu. İstediğimiz rehberlik hizmetini veremeyeceğini, “kendinize bir rehber bulun” Diyordu. Biraz sonra etrafımızda 9-10 yaşlarında birkaç çocuk üşüştü. Bakanlığın badem bıyıklı memuru bize bu çocukları öneriyordu. “Anlaşılan bakanlık koca tarihi hazineyi 9-10 yaşlarındaki çocuklara emanet etmiş” diye söylenmekten kendimizi alamadık. Ancak biraz sonra etraftakilerin çağırmasıyla yanımıza 25- 30 yaşlarında, Ali (Namı diğer Çoban Ali) isminde genç adam gelince devlete haksızlık ettiğimizi(!) anladık Çünkü Çoban Ali’nin Hasankeyf’in tanıtımı konusunda “uzman” bir rehber olduğunu söylüyorlardı. Kuru, sıska Çoban Ali kendisinden beklenilmeyen bir çeviklikle önümüze düştü. Bozuk bir Türkçeyle, kendince espriler de katarak, rehberlik görevini heyecanla yapıyordu. Arada bir hayat hikâyesinden kesitler de aktarmayı ihmal etmiyordu. Böylece “çoban” ona takılan bir lakap değil, son yıllara kadar kalabalık sürüleri güden gerçek bir çoban olduğunu anlıyoruz. Doğrusu ben onu dinlemekten daha çok, bir yandan basamakları çıktıkça artan yükseklik nedeniyle depreşen yükseklik fobimi bastırmaya çalışıyor, diğer yandan o güzelim tarihi yapıların içinde bulunduğu acınası durumu gözlüyordum. Yüzlerce metre yükseklikteki kaya kütlelerin zirvesine yapılan Eyyübi ve Artuklu saraylarının ayakta kalan duvarları, kubbe ve sütunları yıkık, harap bir durumdaydı… En ufak bir bakım ve onarımın izi bile yoktu. Bir zamanların ihtişamlı saray kapısı ve duvarları kendini bilmez cahil güruhun iğrenç yazılarıyla doluydu. Ticari amaçlarla kullanılan bazı mağaraları bir kenara bırakırsak binlerce yıllık, eşsiz antik mağaralara çöp birikintileri, sidik ve dışkı kokusundan girilemiyordu.
Çoban Ali’nin rehberliğinde gezi turumuzu bitirip, kaleden inerken, lokantaya dönüştürülen güzelim bir mağarada konakladık. Mağara sarp kaya bloklarının orta yerinde, adeta bir kartal yuvası gibi baş döndürücü bir yükseklikteydi. Ön kısmı boşluğa doğru çıkmış genişçe bir balkon görünümündeydi. Balkona masalar konulmuş, üzeri derme çatma bir ahşapla kaplanmıştı. Masalardan birine iliştik. Oturduğumuz yerin yarım metre ötesinden başlayan yüzlerce metre derinliğindeki uçurum ve uçurumun hemen karşı tarafında yükselen sarp kaya kütleleri olmasaydı kendimizi bir kır ya da bir balıkçı lokantasında sana bilirdik.
Önümüze konulan etleri açlığın verdiği oburlukla mideye indirdik, ama doğrusu ağız tadıyla yedim diyemem çünkü, o güzel antik mağaranın şanına yakışır bir dizayn ve temizlik yoktu. Aşina olduğumuz o köylü yaşam tarzını aşamayan, geleneksel temizlik kültürümüzün en kaba örneği sergileniyordu. En önemlisi de, yer yer şark usulü bir dizaynla otantik bir hava verdirilmeye çalışılmışsa da mağaranın içi çok hor kullanılmış, rast gele kazılmış, delinmiş, açıkçası tarih katledilmişti.
Yemekten sonra kalkmak için acele etmedik. Bir süre daha insanoğlunun her türlü tahribat ve hoyratlığına inatla direnen o doyulmaz doğal güzellikleri bulunduğumuz yükseklikten bir süre seyrettikten sonra aşağı indik. Hısnkeyf’e veda etme vakti gelmişti ama ayrılmadan önce gün boyu kuşbakışı seyrettiğimiz Dicle’yi daha yakından görmek için nehir kıyısına indik. Üzüm ve pekmez diyarı Turabidini petrol diyarı Raman’a bağlayan köprünün üzerinde bir süre Dicle’yi seyrettik. Köprü üzerinde nehre, ağ ve olta sarkıtarak balık avlayanlarla bir süre sohbet ettim; Kirlilikten balıkların öldüğünü, eskisi gibi bol olmadığını söylüyorlardı. Kasabanın sular altında kalacağı onları hiç ilgilendirmiyor gibiydi. Bu konuda sorduğum sorulara oldukça ilgisiz davrandılar. Onlara “rast gele” deyip ayrıldım. Köprüden inip nehrin akış yönüne doğru bir süre yürüdüm. Nehir kıyısında gerçekten müthiş bir kirlilik vardı. Hele suyun durgun aktığı yerler adeta çöp boşaltma merkezini andırıyordu. Bu çirkinliği görmemek ve pis atık suların yaydığı kokuları almamak için kıyıdan ayrıldım.
Güneş hiç şaşmadan hep yaptığı gibi, batıdan doğaya veda etmeye hazırlanırken bizde Hısınkeyfa veda ederek ayrıldık.
…
…
Batmana doğru yol alırken yine Hasankeyf’i konuşuyorduk. Arkadaşlardan biri çok haklı olarak şunları söylüyordu; “Sözüm ona Hasankeyf’in, sahip olduğu zengin kültürel mirası korumak amacıyla 1981 yılında tümüyle sit alanı ilan edilmişti. Bu nasıl sit alanı, nasıl bir koruma anlayışı anlamak mümkün değil… Her ne kadar 'nasıl olsa sular altında kalacak bu nedenle Hasankeyf kendi haline bırakılmış' diye bir savunma refleksi varsa da inandırıcı değildir. Çünkü aynı zavallı anlayış nedeniyle bu ülkenin birçok kültürel, tarihi değeri Hasankeyf gibi sular altında kalma riski olmamasına rağmen yavaş yavaş yok ediliyor”
Evet, bu gidişle Hasankeyf sular altında kalmasa da yok olacaktır.
Nezirê Cibo
Şirove
Dünyanın Keyfini Kaçırmamak İçin Hasankeyf’i Kurtaralım…pLs
ayrıca, sitenizde çevreye karşı gösterdiğiniz duyarlılık için sizi kutluyorum.
Hasankeyf yazınızda hem daha otantik ve güzel hem daha kirli ve bakımsız….. bu iki yüzünü çok güzel ortaya koymuşsunuz. Ne kadar doğru, hep kaybedince sahip olduklarımızın değerini anlıyoruz.. keşke bu sesinize bir kulak veren olsaydı. elinize dilinize sağlık.
Çalışmalarınızda başarılar diliyor , yeni yılın size mutluluklar getirmesini diliyorum.