Ana içeriğe atla

25 YIL ÖNCE…25 YIL SONRA–III(Nezîrê Cîbo)

 “SÜRGÜNÜ ÖLÜMLE ÖDEŞTİM” DEDİ, KOCA ADAM
25 yıl sonra yurda dönüş yapan dostlardan ilk görüştüğüm kişilerden biri. Kelimenin tam anlamıyla koca bir adam, sadece gövdesi değil, yüreği, gülümsemesi, beyni… Özcesi güzel olan bütün “kocamanları” üzerinde taşıyan bir adam… O gür, davudi sesiyle gençlik yıllarımızın miting, gece ve salon etkinliklerinin organizatörü, değişmez sunucusu, Türkçeyi artık soyu tükenmiş bir İstanbul beyefendisi kadar düzgün konuşan şair, öğretmen ve yüreği sevgi ile dolu bir adam… Evet, “dağ gibi bir adam” benzetmesine çok uyan, Nedim Dağdeviren’i hemen tanıdınız değil mi?

Onunla ilk kez nasıl ve nerede karşılaşıp tanıştığımı hatırlamıyorum; ama sanırım 1977 yılıydı Diyarbekir Dilan Sineması’nda düzenlediğimiz bir gecede sunuculuk yaparken izlediğimde o heybetli cüssesi ve gür sesiyle dikkatimi çekmiş ve daha sonraki yıllarda bu görüntüsü hafızamdan hiç silinmemişti. Sadece benim değil sanırım birçok kişinin hafızasında bu görüntüsü canlılığını hep koruyordur. Çünkü o tür etkinliklerimizin değişmez iki aktöründen biriydi; Diğeri ise Ahmet Beyik’ti.

Nedim’le samimiyetimiz sanırım 1978 yılında, Şehitlik semtinde komşuluk yaptığımız günlerde gelişti. Evlerimiz birbirine çok yakındı. İkimiz de kiracıydık. Ben yeni evliydim. Eşi sevgili Gül ile eşim çok sık görüşür birbirine gider gelirlerdi. Hafızam beni yanıltmıyorsa ilk çocukları Bawer aynı yıl o evde doğdu. Gürbüz ve sapsarı bir bebekti. Gül, çalıştığı için zaman zaman Bawer’i bize bırakırdı. Onların başka eve taşınması ve daha sonra da fırtınalı hayatlarımız ilişkilerimizin kesilmesine neden oldu; ama 25 yıl boyunca görüşmememize ve birbirimizden haber almamamıza rağmen gönüllerde dostluğumuz hep devam etti.

Nedim 12 Eylül sonrası yakalandı ve 5no’luda bir süre yattı. Cezaevinden çıkınca öğretmenlik görevine son verildi. Üstelik hakkında yeni davalar da açılmıştı. Böylece artık Diyarbakır’da barınamayacağını anladı ve yurt dışına çıkmaya karara verdi. Yurt dışına nasıl çıktığını sonradan kendisinden öğrendim: Bir grup arkadaşla Suriye’ye geçmişler. Geçmeden önce o çok sevdiği Diyarbakır’ın “25 yıl boyunca belleğime kazınacak bir görüntüsü” diyeceği bir fotoğrafını almış. Diyarbakır’dan ayrıldığı o günü Şeyhmus Dikene şöyle anlatır:

*/“…Gideceğim zaman bir Diyarbakır fotoğrafı aldım. Bir kamera objektifine değil, gözlerime ve belleğime kaydettim… Caddeler, sabahın köründe belediyenin araçları tarafından sulanmıştı. Kahve de güne hazırdı. Yeni Mardinyolu henüz tam olarak trafiğe açılmamıştı. O yola vurduk. Şehitlikten, Mardinyolu’ndan, Alipar’dan görüntülerimi alıp Kırklar Dağı’na şöyle bir yukardan bakıp şehirden çıktık…”

Suriye’de iki yıl kalır. Eşi Gül ve oğlu Baver de yanındadır. Gül DDKAD ( Devrimci Demokrat Kadınlar Derneği) genel sekreteriydi. Onun hakkında da arama kararı vardır. Bu nedenle Nedim Suriye’ye geçtikten bir süre sonra o da Nedim’i izler. Şartlar çok zordur. Beraber olduğu arkadaşları arasında fikir ayrılıkları baş gösterir. Birkaç gruba ayrılırlar. Birçok arkadaşıyla yolları ayrılır. Bedeni kötü beslenme ve zor şartlara yenik düşer ve hastalanır. Yatağa düşer. Bu şartlarda bir süre daha orda kalırlar. Daha sonra bir yolunu bulup Şam Havaalanı’ndan kalkan bir uşağa binerek ailesiyle Avrupa’ya geçer.

Onunla ilgili ilk haberi 2005’te Erdem Gencan’dan aldım. “Diyarbekir’i çok özlediğini ve dönebilmek için yasal işlemleri bir an evvel başlatması için Erdem’e adeta “yalvardığını” öğrendim. Hatta zaman zaman Erdem’le halden anlamayan roller takınarak: “Yahu bu Avrupa’dakilerde ne kadar nazikleşmişler.”diye koca Nedim’in onca yılın vatan hasretini küçümsüyorduk. Erdem Nedim için kaleme aldığı yazıda bu durumu şöyle itiraf ediyordu: “Bir gün, yirmi beş yılı aşkın bir süreden sonra, “kardeş merhaba”, diye başlayan sesini duydum. Konuştuk, mesajlaştık. Yüreğinde bir sevda olan Diyarbakır’a gelmek istiyordun. Yalvarırcasına tınılar vardı sesinde. Ne olur hallet şu işi diyordun. Yasal engelleri kaldırdık. Her şeye karşın Türkiye’ye girişte sorun yaşanabileceği kaygıların vardı. Sevgili dostumuz Nezir’ e senin kaygılarından bahsederken, “şu Avrupa’da kalanlar çok nazikleşmiş”, diye arkandan da konuştum işin doğrusu.”

Evet, 25 yıl sonra koca Nedim, “kardeş merhaba” ,diyerek çıkageldi. Hiç beklemedik bir anda, hiç hatırda olmadık bir anda, o gür ve pürüzsüz sesiyle: “Nezir Kardeş merhaba, ben Nedim!” diyordu telefonda. Bunca yıldan sonra: “Hangi Nedim?” diye sorulmaz mı? Hayır, ben sormadım. Hemen tanıdım bu sesi. Yıllar önce Dilan Sineması’nda, Dağkapı Meydanı’nda yüz binlere hitap ederken dalga dalga yayılan aynı sesti bu. Yılların hasretinden olsa gerek, ses tonunda okunan heyecanlı titreşimlerin dışında hiçbir şeyi değişmemişti. Karşılıklı hal hatır sorulduktan sonra: “Nezir, Diyarbakır’dayım. Yarın Erdem’in misafiriyiz. Hem birer kadeh rakı içeriz hem bol bol hasret gideririz, dilerim bir programın yoktur. Kardeş sakın gelmezlik etme!” dedi: “Olur, mu öyle şey, elbette geleceğim.” dedim. Nedense şunu söyleyemedim: “Yahu o nasıl söz, Nedim kardeşim 25 yıl öncesinden gelecek ve ben bütün programlarımı iptal etmeyeceğim? Bunu nasıl düşünürsün, nasıl söylersin be koca Nedim!…”

Ertesi gün Erdem’le telefonlaşıp Dicle Vadisi’ne hâkim tepelerde kurulan Dicle Üniversitesi’nin kampus sınırları içindeki havuz başında bir masa ayırdık. Akşamüzeri Erdem’in bürosuna gittim. Henüz Nedim yoktu. Sorduğumda Erdem: “Biz buradan gideceğiz o ve Özcan ayrı gelecekler.” dedi.( Özcan Nedim’in küçük kardeşiydi.)

Erdem ve ben havuz başına vardığımızda onlar henüz gelmemişlerdi. Havuz berrak, mavi sularıyla gerçekten harika görünüyordu. Havuzun etrafına dizilmiş masaların önemli bir bölümü erkekli kadınlı gruplar tarafından tutulmuştu. Etrafı şen kahkahalar kaplamıştı. Bize ayrılan masaya oturduk. Siparişlerimizi vermedik; çünkü Nedimler henüz gelmemişti. Sanırım yarım saat kadar bekledik. Nihayet geldiler. Onda gözüme ilişen ilk değişiklik, ağaran saçlarıydı. 25 yıl önce gördüğüm siyah saçlardan eser yoktu. Ak pak olmuştu. Uzun uzun kucaklaştık. Oturur oturmaz: “Yahu kardeş, sen Avrupa’da boy mu attın?” diye takıldım. Oysa boy atmadığını biliyordum, o zaten uzun boyluydu. Sadece eskiye göre kilo almıştı. Uzun boyuna yakışan kilolar onu daha heybetli ve yapılı gösteriyordu. Dikkatimi çeken bir diğer şey çok sigara içmesi oldu. Sigarayı elinden hiç düşürmedi. Onun dışında o kocaman gülüşüyle, sıcak ve içten dostluğuyla, etrafına hep pozitif enerji yaymasıyla Nedim’in ta kendisiydi. Uzun yıllar sigara kullanan ben deniz sigarayı bıraktıktan sonra çok iyi bir Yeşilaycı olmam münasebetiyle kendisine biraz telkinlerde bulundum.

Garsonu çağırıp içki siparişimizi verdik. Rakı istedik. Aslında, rakı pek tercih ettiğim bir içki değildir. Tercihim hep şaraptan yanadır. Oldum olası bu “light” yanıma “rakıcı” dostlar hep dudak büktü. Ama Nedim’le rakı bile içerim dedim. Kadehleri tokuşturup dubleleri yuvarlamaya başlayınca sohbet koyulaştı. Sohbet iki ayrı kıtadaki hayatla ilgili olarak başladı. Bir ara Nedim’e, Diyarbakır’da öncellikle dikkatini çeken ne oldu? Gördüğün ilk değişiklik neydi?”diye sordum. Üç kısa cümleyle özetledi: “Çok büyümüş, çok kirlenmiş ve değişmiş.” dedi.

Daha sonra sohbetimiz karşılıklı iş, güç, çocuklar ve tanıdıklarla ilgili soru ve cevaplar şeklinde devam etti. Yıllardır görmediğimiz haber almadığımız dostları birbirimize sorduk. Türkçe konuşuyorduk. İlginçtir, daha önce Kürtçe bilmeyen Nedim, sürgün ellerinde çok iyi öğrenmiş olmasına rağmen, Kürdistan’da yaşayan Erdem Kürtçeyi bir türlü öğrenememişti. Aslında bu Avrupa’da farklı dil ve kültürlerin gelişmesi için yaratılan imkânlar ile Türkiye’deki baskıcı uygulamaların farklı iki görüntüsüydü. Bu görüntünün gölgesi altında güzel sohbetimiz devam ediyor; biz soruyoruz o da o güzel Türkçesiyle anlatıyordu.

Daha önce az da olsa haberdar olduğum ve büyük fedakârlıklar sonucunda kurduğu Kürt Kütüphanesiyle ilgili çalışmalarını sorduk. Anlattı. Anlattıkça hüzün ve neşeyi birlikte yaşıyordu. Bu gün kütüphanede 10 bin civarında kitap, binlerce dergi, kaset ve CD olduğunu anlatırken, ne kadar değerli bir iş yaptığının bilincindeydi. Anlattıkça gözleri parlıyordu. Ne var ki, bu çalışma sırasında karşılaştığı çeşitli sorun ve rahatsızlıklara değinirken de yüzüne bir hüzün perdesi iniyordu. Her ne kadar: “umursamıyorum” dediği rahatsızlıkların nereden veya kimlerden kaynaklandığını belirtmiyorsa da yüzüne yayılan sitemkâr hüznü görebiliyorduk. Doğrusu bunları dinlerken biz de hüzünleniyorduk. Mazlum bir halkın fertleri olarak, sürgün topraklarda, dünyanın öbür ucunda, vatanlarından uzak bir coğrafyada, birbirine sahip çıkmaları, birbirlerine destek olmaları gerekirken birbirleriyle uğraşmaları ne acı… Zaman zaman sinirleniyor, zaman zaman hüzünleniyorduk. Kuşkusuz gece boyunca hep hüzün yoktu, ağız dolusu kahkahalar da vardı. Onca yılın birikimini birkaç saatlik zamana sığdırabildiğimiz kadar sığdırdık. Acı, tatlı, hüzünlü onlarca anı, olay, kişiyi sohbetlerimize konuk oldu. Geç saatlerde dostumuz Av. Sabahattin Korkmaz katıldı bize. Onun katılışıyla sohbet farklı bir mecraya, daha çok siyasi alana kaydı. Son dönemlerdeki Türkiye ve dünyadaki politik gelişmeler, daha sonra kısaca TEVKURD olarak isimlendirilen; Kürt Demokratik Çalışma Grubu’nun faaliyetleri ve daha birçok konu konuşuldu. Geç saatlere kadar oturduk. Doğrusu benim açımdan muhteşem bir geceydi diyebilirim. Yıllar sonra çok sevdiğim Nedim’le oturmuş, bol bol hasret gidermiş, bazen hüzünlenmiş, bazen de doyasıya gülmüştük…

Artık gecenin sonuna gelmiştik. Kalkmadan Nedim’e :‘Yarın misafirimsin dedim.’Nedim de: ‘Kardeş, Bismil’e gitmem gerekiyor, annemi çok özledim, dönüşte olabilir.’ dedi. Kalktık. Nedim Avrupa’ya dönmeden bir kez daha bir arya gelmek üzere sözleştikten sonra ayrıldık. Sanırım Bismil’de 4-5 gün kaldı. Bu arada birkaç kez telefonlaştık. Dönüşte, aynı yerde bir araya geldik. Havuz kenarında bize ayrılan masada yine Ben, Nedim, sevgili Özcan ve Erdem geç saatlere kadar oturduk. Yılların birikimini az da olsa erittik. Neler konuşulmadı ki: Geçmiş ağırlıklı olsa da bu gün, gelecek, Avrupa, Türkiye… Kalkmadan Nedim’den öteden beri üzerinde çalıştığım bir araştırma için bir iki kaynak istedim. Kütüphanede büyük olasılıkla olacağını ve hemen göndereceğini söyledi. Yine rakı içildi; ama bu sefer benim tercihim kırmızı şaraptan yana oldu.

Geç saatlere kadar oturduk. Kalkarken: “ Artık görüşemeyeceğiz, yarın İstanbul’a oradan Avrupa’ya döneceğim. Her şey için teşekkürler. Çok ama çok iyi geldi bana, kendimi hafiflemiş hissediyorum; ama yine de bunu saymıyorum.”dedi. … Avrupa’ya döndükten sonra sık sık internet aracılığıyla haberleştik. İstediğim kaynakları hemen ulaştırdı. Bir ara haber almamaya başladım. Bunun üzerine: “Kardeş, epeydir senden haber alamıyorum, dilerim yaramaz bir şey yoktur.” Şeklinde bir mail gönderdim. Mailimin cevabı hemen geldi. Şöyle diyordu:

Sevgili Nezir, Su anda sağlığım yerinde değil; ama hiç değilse tedavi altındayım. Genel durumum iyi. Özcan kardeşimden bilgi alabilirsin. Erdem’in de haberdar olduğunu sanıyorum. Yoksa da sen iletirsin ona. Baharda Diyarbekir’de görüşmek üzere. Selamlar Nedim Son görüşmemizin üzerinden sanırım iki ay kadar bir zaman geçmişti. Dipdiri oldukça sağlıklı yolladığımız Nedim’den aldığım bu haber beni birazcık tedirgin etti; ama “genel durumum iyi baharda Diyarbakır’da görüşmek üzere” deyişini bir daha okuyunca rahatladım ve hemen bir geçmiş olsun iletisi gönderdim.

“Bu yazışmanın üzerinden bir hafta geçmişti. Akşamüzeriydi. Gün boyu süren yoğun iş temposundan daha çok, Diyarbakır’ın sinir bozucu kalabalığı ve çok yönlü kirliliğinin verdiği yorgunluk ve stresten kurtulmak için ne yapmalıyım diye düşünüyordum. Gelen bir telefonla düşüncelerimden sıyrıldım. Telefon eden arkadaş: “ İşin bittiyse şehir dışına çıkıp bir hava alalım.” diyordu. Doğrusu bu teklif beni fazlasıyla memnun etti. Arabasına atladık ve çoğu zaman üstümüze üstümüze gelen bu köy-kentten çıktık. Silvan yolunun sol tarafında Dicle vadisine hâkim yüksekçe bir tepeye attık kendimizi. Bahtı gibi kapkara ve yorgun surların saklamaya çalıştığı o çirkin beton yığınları doğrusu buradan bir başka görünüyordu.

Güneş batmak üzereydi. Surlara teğet geçen ufuk, kızıla boyanmıştı. Yavaş yavaş karanlığa gömülen kara surların hemen üstünde beliren o kızıl tablo, her zaman yaptığı gibi, bende nedensiz bir hüzün yarattı. O anı sonsuzlaştırmak isteğiyle acemi hareketlerle telefonun kamerası aracılığıyla bir iki çekim yaptım.

Yine telefonun titreşimiyle o hüzünlü tablodan bir an için ayrıldım. Telefon eden kadim dostum Erdem’di. O çok tanıdık ses tonundaki üzüntülü ifadeyi hemen fark ettim. Kısa bir merhabadan sonra, neredesin? diye sordu. Biraz önceki hüzün perdesinden sıyrılmış bir edayla, bulunduğum yeri söyledim.

Ses tonundaki üzüntülü ifade daha da belirginleşti.

“Nezir sana çok kötü bir haberim var.” dedi. Ne oldu? deme fırsatı vermeden devam etti; “Nedim’i kaybettik!…”

Doğrusu, bu haberi veren eğer çok yakından tanıdığım Erdem’in dışında biri olsaydı, ona inanmaz ve çok kötü bir şaka yapıyor diye tersleyebilirdim. Çünkü Nedim’den, daha birkaç gün önce genel durumunun iyi olduğunu belirten bir ileti almıştım. Bu nedenle pek önemsememiş ve espriyle karışık bir geçmiş olsun diyivermiştim. Hastalık sana yakışmıyor be kardeşim, gel de karşılıklı birkaç kadeh rakı içelim bir şeyin kalmaz, gibisinden bir şeyler yazmıştım.

Ama telefonun öbür ucundaki Erdem’di. Çok iyi biliyordum ki, dostum bu tür şakalar yapmazdı. Bu nedenle ne acıdır ki ‘ şaka yapma!’ diyemedim bile. Sadece biraz önce gözlerimi alamadığım kıpkızıl gün batımına döndüm; ama artık o alev renginin yerini zifiri bir karanlık almıştı. Evet, bir güneş daha batmıştı. Nedim’i kaybetmiştik.

Olmadı be Nedim kardeşim, olmadı be… Yakışmadı sana ,hiç ama hiç yakışmadı. Sözünü tutmadın…”

Bu son satırları, ölüm haberini aldığım günün akşamı yazmıştım. Üzüntümü birileriyle paylaşmak istiyordum. “Bir güneş daha battı, Nedimi Kaybettik” başlığıyla Kurdinfo’da yayınlandı. “Baharda buluşmak üzere…” diye biten mailinden hemen sonra aldığım haber gerçekten şok ediciydi. O şokun tesiriyle, yazıda ona sitem ediyordum; ama biraz zaman geçince haksızlık ettiğimi düşündüm ve onunla ilgili tuttuğum notların arasına şu satırları ekledim: Nedim Kardeşim,

Hani bundan önceki yazımda “sözünü tutmadın” demiştim ya, lütfen beni hoş gör. Seni tanıyanlar bilirler. Sen sözünün erisin. Verdiğin sözün arkasında duran bir dava adamısın. Bunu bende iyi bilirim. Sadece senin bu ani göçün beni şaşırttı. Densizliğimi bağışla. Aslında bu yazıda sana, Diyarbakır havaalanına inişinle beraber sevenlerinin yaptığı karşılama ve uğurlama hazırlıklarını anlatmak istiyorum.

Bu geçen yazki gelişini saymasak-ki sen de bunu saymıyorum demiştin- 25 yıl sonra ilk kez o çok sevdiğin Diyarbekir’e geliyordun. Geleceğin gün belli olunca, sana layık bir karşılama yapabilmek için hemen hazırlıklara başlandı. Önce bir karşılama komitesi oluşturuldu. Bu komitede ben de vardım. Komite kendi arasında görev bölümü yaptı. Bana yurda gelişini basına Kürtçe ve Türkçe olarak bildirme görevi verildi. Bunun üzerine Kürtçe ve Türkçe olarak yazdığım bir duyuruyu birçok haber ajansı, internet sitesi ve gazeteye yolladım.

09.03.2007 günü uçağın hava alanına iniş saatinden çok önce birçok sevenin havaalanında toplandı. Yaklaşık 500 kişi vardı. Evet, senin elde megafon coşturduğun on binleri, yüz binleri bulan mitinglerin veya toprağa düşen yurtseverler için düzenlediğin cenaze törenlerinin yanında çok sönük bir topluluk; ama ülkenin son halini sen de gördün. Buna da şükür diyoruz artık. Senin bu tür etkinliklerdeki titizliğin bilindiği için her şey eksiksiz olsun isteniyordu; ama pek beceremedik. Sana layık, bir hazırlık yapamadık. Kendi payıma senden özür diliyorum. Nihayet uçağın indi. Bekleyen kalabalık aniden hareketlendi. Kalabalığın önünde üzerinde “Brayê Nedim tu bı xêr hati welêt” yazılı bir pankart açıldı. Gül, küçük oğlun tatlı Robin ve Kak Eyüp Alacabey seninle gelmişlerdi. Onlar görününce topluluktaki birçok dostun, 25 yıl önce 20 – 25 yaşlarında olan ve şimdiye kadar hiç göremediğin birçok kişi gözyaşını tutamadı. Ama ben dâhil çoğu, gözyaşlarını saklıyordu. Sen de bilirsin ya bizde “erkekler ağlamaz…” Uçaktan alındın ve Bismil’e doğru yola koyulduk. O anda seni, “…ey sokaklarına yazılar yazdığımız şehir/ ama kirleten biz olmadık tarihini” diye söz ettiğin, “Amedim Amed” diye kitaplaştırdığın, Diyarbakır’da biraz gezdirme düşüncesi geçti içimden. Kitleleri coşturduğun Dağkapı meydanına, defalarca geçtiğin caddelere, kuruluş ve çalışmalarına büyük katkılar sağladığın DYÖKD, DDKD, TÖB-DER vb derneklerin bulunduğu ve pek değişmeyen sokaklara gidip, son bir kez oraları gezmeyi ne çok isterdin, değil mi… Ama her nedense bunu dillendiremedim, karşılama komitesine öneremedim bile. Hala hayıflanıyorum, neden seni son kez o “yüreğinde bir sevda olan” şehirde, Diyarbekir’de, gezdirmedik, gezdiremedik diye… Konvoy oldukça uzundu. Tahminen 300-400 araba vardı. Diyarbakır’dan çıkıp Bismil yoluna girdik. O çok iyi bildiğin Bismil Ovası yine yeşil bir örtüye bürünmüştü. Pırıl pırıl bir güneş vardı. Diyarbakır’ın son yetmiş yılının en soğuk günleri geride kaldı, bahar geldi, diye içimden geçirirken bana gönderdiğin son iletide: “Baharda Diyarbakır’da görüşmek üzere…” deyişini hatırladım. Evet, bahar geldi ve her ne kadar böyle bir buluşmayı beklemiyorduksa de sen sözünü tutmuştun. Öyle ya da böyle baharda buluşmuştuk.

Konvoy Bismil düzlüğünde ağır ağır ilerliyordu. Bu yolculuğun bitmesini istemiyordu sanki. Nihayet Bismil’e girdik. Nedim kardeş, bundan sonrasını anlatamayacağım. Çünkü gerçekten seninle geçen o son anları, Sevgili Gül’le 25 yıl sonra ilk kez karşılaşmamızı, onun o anlatılmaz üzüntülü halini ve seni ebedi ikametgâhına uğurladığımız o son sahneleri detaylandırıp yeniden hatırlamak ve hatırlatmak istemiyorum. İyisi mi, sen o koca gülüşün ve güzel şiirlerinle gözümüzün önünde ol ve öylece kal;

EY Her gece başucumda düşlerine yorulduğum
Ey sokaklarına yazılar yazdığımız şehir
Ama kirleten
Biz olmadık tarihini
Bir de Şimdi urganlar boynuna örülüyor gençliğimizin
Bir de fermanımıza
Yazıverseler Piranlı Sait’in son sözlerini””

Bundan tam bir yıl önce, Nedim’i Bismil’de ebedi ikametgâhına gönderdiğimiz günün akşamı yazılan yukarıdaki notlar, Nedimin bu şiiriyle noktalanmıştı. Aradan bir yıl geçti. Göz açıp kapayana kadar… Ve biz onun aramızdan ayrılışının birinci yıl dönümünde yine Bismil ovasını kat ederek ziyaretine gittik. Ova yine yeşile bürünmüştü. O her zamanki fakir görünümlü, sıra sıra evlerin dizildiği, tozlu Bismil sokaklarından geçerek, Nedim’in ikametgâhına ulaştık. Biraz gecikmiştik; ama gecikmelide olsa orda olması gereken o kadar çok kişi vardı ki hiçbirini göremedik. Ne diyelim, iyisimi bırakalım Nedim söylesin;


Canın sağolsun gurbet
İşte çağrısız geldik
Dokunaklı bir yırla
Bizi de anan bulunur

Yorumlar

  1. Işıklarda uyu idolümüz Nedim Dağdeviren

    YanıtlaSil
  2. Yorumunuzun altına isminizi yaza bilirsiniz. Selamlar

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu – 4 / Nezîrê CIBO

Fransız İşgaline Karşı Kürt Direnişi ve Beyandur Olayı: Fransızlar Cezireye geldiklerinde Şamar Aşiret reisi Mişel Başo El Erba onları “memnuniyetle karşıladı”. Böylece Fransız desteğini alarak rakibi Tay aşireti ve Kürtlere karşı avantaj elde etti. Şamar liderinin kışkırtmasıyla Fransızlar, Kürtler üzerindeki baskılarını arttırdılar. Birçok Kürt aşiret reisini tutukladılar. Bunların birçoğunu Beyandur köyünde boğazlarına kadar toprağa gömdüler, sonra da aç köpekler saldırtarak hepsini öldürdüler. Suriye Komünist Partisi yayın organ Direseti İştiraki ’de 1985 yılında yayınlanan bir yazıda olayla ilgili şunlar yazılıyordu: “Fransızlar Beyandur köyünün tepesinde bir kışla kurmuşlardı ve Kürt ileri gelenlerini tutuklayıp onları canlı halde boğazlarına kadar toprağa diktiler. Osê isminde (Tilminar köyünden) birini öldürdükten sonra diğerlerini de bu şekilde toprağa dikip üzerlerine aç köpekler saldırtarak öldürttüler, diğer aşiret reisleri kaçtı, tutuklanan bazıları ise sürgün edild

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı - 1/ Nezirê CIBO

Hevêrkan Aşiret Konfederasyonu ve II Haco Olayı / Nezirê CIBO Nezîrê CIBO Kürt tarihi; istilacılara, yağmacı ve çapulculara karşı başkaldırılar tarihi olduğu kadar ihanetler ve iç çatışmalar tarihidir de. Kürt özgürlük hareketlerinde de bu ikili at başı gitmiştir. Başlayan her başkaldırı beraberinde ihanetin izlerini de taşımıştır. Büyük ozan Ahmedê Xanî’nin Mem û Zîn ‘indeki büyük aşk ile aşıkların peşini hiç bırakmayan o kötü adam Bekoewan gibi… Kuşkusuz  bu doğal bir diyalektiktir. Özgürlük-kölelik, aydınlık-karanlık, gerçekliğin iki yüzüdür. Biri olmadan öteki olmaz. Ancak onurlu ve insanca bir yaşam için aydınlığın karanlığa, özgürlüğün köleliğe baskın gelmesi de bir zorunluluktur. Kürt insanı bugüne kadar bütün uğraşlarına rağmen aydınlık yüzü görememiş ise, bunu engelleyen birçok nedenin başında bu iç çekişmeler, siyasi çatışmalar, aşiretler arası kavgalar, kan davaları ve ihanetler vardır. Tarihimizin bu dramatik olduğu kadar ders verici sayfaları ne yazık ki yeteri

Turabidin’den Baltık’a

Kürt Toplumunda Aşiretin Önemi