Diyarbakır
11.Eylül.1983
Aynı hücrede
Sevgili K.
Eylül direnişi devam ederken hücreler sık sık değiştiriliyor. Bir taraftan koğuşlardan direnişe katılanların bir kısmı 35.koğuşa getiriliyor. Diğer taraftan da hangi faktörlere bağlı olduğunu bilmediğimiz bir şekilde hücre efradı, kâğıt oyunlarındaki el değişikliği sıklığında yeniden karılıyor. Bu bizim baskıcı ve sıkıcı geçmiş yaşamımızla kıyaslandığında olağanüstü bir değişiklik. Yeni yüzler, yeni hikâyeler var. Biriktirilenleri dinliyoruz. Daha çok koğuşlardan gelenler anlatıyorlar. Bizler dinliyoruz. Arada yaşanan olağanüstü olaylar ve dayakları saymazsak bizim yaşantımız çok rutinmiş. Hücrelerin demir parmaklıklarının önünde dikilerek marş söylemek veya bir kişinin Nutuk’u okuması ve geriye kalan bizlerin topluca tekrar etmesinden oluşuyor hayatımız. Hikâyemiz iki cümleye sığacak kadar kısaymış. Demir parmaklıklar önünde marş söyle, tarihi çevir. İdareden emir gelirse ya da Taytıs’ın canı sıkılırsa işkence yapsın, o sadist ruhunu okşasın, aşağılık yanlarını seni dağıtarak yüceltmeye çalışsın sen morarmış ellerin, yaralanmış bedenin ve örselenmiş ruhunla çekil bir kenara hıncını bile.
Genellikle koğuşlardan yeni getirilmiş arkadaşlarla paylaşıyoruz hücreyi. Her gün olmasa bile birkaç günde bir gidenler ve gelenler oluyor. Dün hücrede dört kişi kalmıştık. Öğlene doğru üç kişi daha getirdiler. Artık yeni getirilenler için gardiyanların düzenlediği merasimler yapılmıyor. Eskiden tutuklunun alındığı koğuşundan başlayan ve yeni hücresinin önüne getirilinceye kadar devam eden yürüyüşler, esas duruşlar, aramalar, dayaklar, şimdi panik halinde yapılan ve sadece yer değiştirmeyi sağlayan hızlı sade bir biçime döndü. Şimdi biz yeni gelenlerle merasimi uzattık. Hiç konuşma olanağımızın olmadığı, hoş geldin, geçmiş olsun diyemediğimiz zamanları unuttuk. Uzun tanışma ve birikmiş öyküleri en azından başlıklarıyla ortaya döktüğümüz girişler yapıyoruz. Bu kez de benzer merasimle başlıyoruz, tanışmaya. İki kişi koğuşlardan yeni getirilenlerden. Üçüncü kişi 35.den. Hücresi değiştirilmiş. Necmettin Büyükkaya. Onu ismen yazışmalardan tanıyorum. Direniş hazırlıkları sürerken, hücreler arası yazışmalarda koşullar giderek daha olanaklı hale geldiğinde, Mehmet Şener kararların ortaklaşa alınabilmesini kolaylaştırmak bakımından her birimizin yazdıklarını hepimize ulaştırmaya çalışırdı. Necmettin hakkında çok az bilgim vardı. Sadece KİP davasından yargılandığını ve bizden kısa bir süre önce yakalandığı biliyordum. Yakından tanımak amacıyla yazışmalardaki düşüncelerini dikkatle okurdum. Cezaevinin durumu ile ilgili bakış açılarımızın bir birine yakın olduğunu görür sevinirdim. Gıyabında duygusal bir yakınlık oluşturmuştum. Zaten direniş hazırlıkları ile ilgili sorumluluk taşıyan önerilerimiz uzaktan iyice yakınlaşmamızı sağlamıştı.
Karşılaştığımızda bir referans noktası da kendisi ekleyerek aramızda samimi bir ilişkinin hızla kurulmasını sağlamıştı.12 Mart öncesi öğrenci hareketlerine katılmıştı. O dönemden Şeref Yıldız’ı yakından tanıyordu. Övgüyle söz ediyordu. İstanbul’da gençlik hareketi dönemlerinde yakın ilişkileri olmuş. Daha sonra Diyarbakır’da da zaman zaman görüşüyorlarmış.
Hücrede yedi kişi olunca yatmak ve gündelik işler için hareket etmek oldukça zorlaşıyor. Yatmak için hiç birimize boylu boyunca uzanabilecek yer kalmıyor. Her birimiz kıvrılarak uyuyoruz. Rasgele yapmıyoruz bu işi. Herkese eşit bir parça düşecek kadar bölüşüyoruz hücreyi. Zorlanmıyoruz da. Celalettin ile kalırken de kıvrılarak yatardık. Çocukluğumuzda ev şartları uygun olmadığı dönemlerde annem bizi öyle yatırırdı. Başlı kıçlı. O zaman bir eğlenceydi, kardeşlerimizden biriyle aynı yatağı paylaşmak. Hatta yatmadan önce boğuşmak için de fırsattı. O dönemlerden kalma alışmışlık var. Şimdi birazcık daha fazla kıvrılıyoruz. Mekânı daha ekonomik kullanmak gerekiyor. Tabanlarımız gövdemizin bittiği yere yakın duruyor. Her birimizin kapladığı yer ortalama bir gövde uzunluğunda. Bir avantajımız var. Koğuşlardan gelen ve yerleşik hücrelerden kalan yeterli battaniye ve örtümüz var. Betonlar çıplak değil serili. Celalettin ile kaldığımız hücremizle kıyaslarsak dayalı döşeli bir konfora sahibiz. Artık eğitim ve koğuş kalk saatleri olmadığı için dağınık ve özgür yaşıyoruz. Kalkma saatlerimizi genellikle sabah çorbasının geliş saatine göre ayarlıyoruz. Daha önce uyanan arkadaşlarımızda var. Daha önce uyandığımızda kimsenin üzerine basmama kaygısıyla ve tuvalet ihtiyacımız yoksa yerimizden kalkmamayı tercih ediyoruz. Sabah tembelliği ve keyfi yapıyoruz!
Necmettin sabah beş buçukta kalkıyor ve kalkar kalkmazda yerinden fırlıyor, yatmak için kullandığı daracık hücre parçasında başlıyor sabah sporuna. Biz geçen dönemin nizamiliğinden sonra ne kadar dağınık yaşamaya hevesliysek o da tam aksine disiplinli yaşamaya o kadar hevesli ve kararlı. Hiç aksatmıyor. Her sabah aynı saatte fırlıyor yatağından kalkar kalkmazda gecikmiş gibi başlıyor koşmaya ve spora. Şaşırıyoruz, takılıyoruz, şartları öne sürüyoruz, umursamıyor. Aynı kararlılıkla devam ediyor.’Ben’,diyor;
—Kamp yaşamında alıştım bu hayat tarzına ve o günden bu yana hiç aksatmadan devam ediyorum sabah sporlarına. Sadece soruşturmada aksattım. Orada da yararını gördüm vücudumun dayanıklılığına çok etkisi oldu. Yılların sabah sportmenliğinin izleri vücudunda hemen fark ediliyor. Boyunun uzunluğunu, atletik görünüşü tamamlıyor.
Sabah sporları bizim tatlı tembel uykularımızı bölüyor. Ama dışarının yaşam alışkanlıklarından birini de hücremize taşıyor…
Hoşcakal.
Isfendiyar
Eylül Direnişi
11.Eylül.1983
Aynı hücrede
Sevgili K.
Eylül direnişi devam ederken hücreler sık sık değiştiriliyor. Bir taraftan koğuşlardan direnişe katılanların bir kısmı 35.koğuşa getiriliyor. Diğer taraftan da hangi faktörlere bağlı olduğunu bilmediğimiz bir şekilde hücre efradı, kâğıt oyunlarındaki el değişikliği sıklığında yeniden karılıyor. Bu bizim baskıcı ve sıkıcı geçmiş yaşamımızla kıyaslandığında olağanüstü bir değişiklik. Yeni yüzler, yeni hikâyeler var. Biriktirilenleri dinliyoruz. Daha çok koğuşlardan gelenler anlatıyorlar. Bizler dinliyoruz. Arada yaşanan olağanüstü olaylar ve dayakları saymazsak bizim yaşantımız çok rutinmiş. Hücrelerin demir parmaklıklarının önünde dikilerek marş söylemek veya bir kişinin Nutuk’u okuması ve geriye kalan bizlerin topluca tekrar etmesinden oluşuyor hayatımız. Hikâyemiz iki cümleye sığacak kadar kısaymış. Demir parmaklıklar önünde marş söyle, tarihi çevir. İdareden emir gelirse ya da Taytıs’ın canı sıkılırsa işkence yapsın, o sadist ruhunu okşasın, aşağılık yanlarını seni dağıtarak yüceltmeye çalışsın sen morarmış ellerin, yaralanmış bedenin ve örselenmiş ruhunla çekil bir kenara hıncını bile.
Genellikle koğuşlardan yeni getirilmiş arkadaşlarla paylaşıyoruz hücreyi. Her gün olmasa bile birkaç günde bir gidenler ve gelenler oluyor. Dün hücrede dört kişi kalmıştık. Öğlene doğru üç kişi daha getirdiler. Artık yeni getirilenler için gardiyanların düzenlediği merasimler yapılmıyor. Eskiden tutuklunun alındığı koğuşundan başlayan ve yeni hücresinin önüne getirilinceye kadar devam eden yürüyüşler, esas duruşlar, aramalar, dayaklar, şimdi panik halinde yapılan ve sadece yer değiştirmeyi sağlayan hızlı sade bir biçime döndü. Şimdi biz yeni gelenlerle merasimi uzattık. Hiç konuşma olanağımızın olmadığı, hoş geldin, geçmiş olsun diyemediğimiz zamanları unuttuk. Uzun tanışma ve birikmiş öyküleri en azından başlıklarıyla ortaya döktüğümüz girişler yapıyoruz. Bu kez de benzer merasimle başlıyoruz, tanışmaya. İki kişi koğuşlardan yeni getirilenlerden. Üçüncü kişi 35.den. Hücresi değiştirilmiş. Necmettin Büyükkaya. Onu ismen yazışmalardan tanıyorum. Direniş hazırlıkları sürerken, hücreler arası yazışmalarda koşullar giderek daha olanaklı hale geldiğinde, Mehmet Şener kararların ortaklaşa alınabilmesini kolaylaştırmak bakımından her birimizin yazdıklarını hepimize ulaştırmaya çalışırdı. Necmettin hakkında çok az bilgim vardı. Sadece KİP davasından yargılandığını ve bizden kısa bir süre önce yakalandığı biliyordum. Yakından tanımak amacıyla yazışmalardaki düşüncelerini dikkatle okurdum. Cezaevinin durumu ile ilgili bakış açılarımızın bir birine yakın olduğunu görür sevinirdim. Gıyabında duygusal bir yakınlık oluşturmuştum. Zaten direniş hazırlıkları ile ilgili sorumluluk taşıyan önerilerimiz uzaktan iyice yakınlaşmamızı sağlamıştı.
Karşılaştığımızda bir referans noktası da kendisi ekleyerek aramızda samimi bir ilişkinin hızla kurulmasını sağlamıştı.12 Mart öncesi öğrenci hareketlerine katılmıştı. O dönemden Şeref Yıldız’ı yakından tanıyordu. Övgüyle söz ediyordu. İstanbul’da gençlik hareketi dönemlerinde yakın ilişkileri olmuş. Daha sonra Diyarbakır’da da zaman zaman görüşüyorlarmış.
Hücrede yedi kişi olunca yatmak ve gündelik işler için hareket etmek oldukça zorlaşıyor. Yatmak için hiç birimize boylu boyunca uzanabilecek yer kalmıyor. Her birimiz kıvrılarak uyuyoruz. Rasgele yapmıyoruz bu işi. Herkese eşit bir parça düşecek kadar bölüşüyoruz hücreyi. Zorlanmıyoruz da. Celalettin ile kalırken de kıvrılarak yatardık. Çocukluğumuzda ev şartları uygun olmadığı dönemlerde annem bizi öyle yatırırdı. Başlı kıçlı. O zaman bir eğlenceydi, kardeşlerimizden biriyle aynı yatağı paylaşmak. Hatta yatmadan önce boğuşmak için de fırsattı. O dönemlerden kalma alışmışlık var. Şimdi birazcık daha fazla kıvrılıyoruz. Mekânı daha ekonomik kullanmak gerekiyor. Tabanlarımız gövdemizin bittiği yere yakın duruyor. Her birimizin kapladığı yer ortalama bir gövde uzunluğunda. Bir avantajımız var. Koğuşlardan gelen ve yerleşik hücrelerden kalan yeterli battaniye ve örtümüz var. Betonlar çıplak değil serili. Celalettin ile kaldığımız hücremizle kıyaslarsak dayalı döşeli bir konfora sahibiz. Artık eğitim ve koğuş kalk saatleri olmadığı için dağınık ve özgür yaşıyoruz. Kalkma saatlerimizi genellikle sabah çorbasının geliş saatine göre ayarlıyoruz. Daha önce uyanan arkadaşlarımızda var. Daha önce uyandığımızda kimsenin üzerine basmama kaygısıyla ve tuvalet ihtiyacımız yoksa yerimizden kalkmamayı tercih ediyoruz. Sabah tembelliği ve keyfi yapıyoruz!
Necmettin sabah beş buçukta kalkıyor ve kalkar kalkmazda yerinden fırlıyor, yatmak için kullandığı daracık hücre parçasında başlıyor sabah sporuna. Biz geçen dönemin nizamiliğinden sonra ne kadar dağınık yaşamaya hevesliysek o da tam aksine disiplinli yaşamaya o kadar hevesli ve kararlı. Hiç aksatmıyor. Her sabah aynı saatte fırlıyor yatağından kalkar kalkmazda gecikmiş gibi başlıyor koşmaya ve spora. Şaşırıyoruz, takılıyoruz, şartları öne sürüyoruz, umursamıyor. Aynı kararlılıkla devam ediyor.’Ben’,diyor;
—Kamp yaşamında alıştım bu hayat tarzına ve o günden bu yana hiç aksatmadan devam ediyorum sabah sporlarına. Sadece soruşturmada aksattım. Orada da yararını gördüm vücudumun dayanıklılığına çok etkisi oldu. Yılların sabah sportmenliğinin izleri vücudunda hemen fark ediliyor. Boyunun uzunluğunu, atletik görünüşü tamamlıyor.
Sabah sporları bizim tatlı tembel uykularımızı bölüyor. Ama dışarının yaşam alışkanlıklarından birini de hücremize taşıyor…
Hoşcakal.
Isfendiyar
Eylül Direnişi
Diyarbakır 5 no’lu cezaevinde, 1 Eylül 1983’te 35.koğuştaki tutuklular cezaevindeki kuralları tanımadıklarını açıkladılar ve kurallara uymamaya başladılar. İçlerinden 10 tutuklu da (sayıdan tam emin değilim)cezaevindeki koşulların değişmesi ve talep ettikleri kararların uygulanması amacıyla ölüm orucuna başladılar. Direniş, 5 Eylülde mahkemeye götürülen bir grubun cezaevine dönüşünde, artık kurallara uymayacaklarını belirtmeleri ve gardiyanların saldırmaları üzerine, slogan atılmasıyla bütün cezaevine yayıldı. Kurallara uymama şeklinde başlayan direniş, koğuşlardan ölüm orucuna katılmalarla genişledi.
Cezaevinde yaşam bütün tutuklular için dayanılmazdı. Kurallar günlük yaşamı boğuyor, kesintisiz devam eden işkenceler herkesi canından bezdiriyordu. Üzerinde konuşma fırsatı olmamasına rağmen tutukluların çoğu’ böyle devam edemez’ diyordu. Nasıl olacağını konuşma, karar verme olanağı ve fırsatı ise yoktu. Koğuşlar 24 saat gözetleniyor. Alınan aykırı nefesleri dahi idare anında fark ediyordu. Fark etmezse haber ‘uçuruluyordu’. Kural dışı her adımın bedeli ise çok ağırdı. 5 Eylülde tutuklular bir ağızdan ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek’ dediklerinde birbirleriyle konuşup kararlaştırmamışlardı. Bu bakımdan direniş kendiliğindendi.
35.koğuşta şartlar biraz daha farklıydı. Burası 4 katlı ve tek kişilik hücrelerden oluşan tecrit bölümüydü.40 hücre vardı. Baştan beri PKK davasından yargılanan lider kadroyu tecrit etmek üzere kullanılmıştı. Daha sonra ölüm oruçlarında-özellikle 1981 de- bu hücreler ve simetriği olan 37.koğuş hücreleri kullanılmıştı. 1982 ortalarından itibaren PKK davasından yargılananların çoğunluğu devam etmekle birlikte diğer davalardan yargılanan yönetici konumundaki tutuklularda 35.koğuşa getirilmeye başlanmış. Bu çeşitlilik koğuşlarda direnmeye eğilimli olanlar veya önemli ‘vukuatı’ olanlarla artmıştı. 35.koğuş daha izole, gözetlemelerden ve toplu işkencelerden daha uzaktı. Zaten buradakiler kurallara harfiyen uymuyor, idarede aman fazla ileri gitmeyin bu dengede götürelim düşüncesiyle göz yumuyordu. 1983 Haziranından itibaren iç iletişim artmaya başladı. Önce böyle devam edemez düşüncesi sesli(yazılı) ifade edilmeye başlandı.-İletişim yazılı notlarla sağlanır, bu notları hücreden hücreye iletirdik-Daha sonra düşünceler ve irade örgütlendi. Temmuzdan itibaren çeşitli eğilimlerin bir araya gelerek cezaevinin genelini kapsayacak bir direniş oluşturma düşüncesi oluştu. Bu amaçla PKK davasından M.K. ve Mehmet Cahit Şener, KİP davasından Necmettin Büyükkaya, TKP davasından ben ve başka bir davadan yargılanan bir arkadaşın katılımıyla 5 kişilik bir komite oluşturuldu. Komite iki aylık dönemde yazışarak ve detayları tartışarak 1 Eylül günü direnişi başlatmayı kararlaştırdı. Artık fiilen 35.koğuştakiler
kurallara uymayacaktı. Cezaevi geneli ile ilgili taleplerimiz ve pazarlık şartları ortak karara bağlandı. Ölüm orucuna katılım serbest bırakıldı Bu bakımdan direniş kararlaştırılmıştı. Tüm cezaevinin genel iradesini yansıtabilecek yaygınlıkta olamamasına rağmen ortak iradeyle oluşturulmuştu.
Diyarbakır
Eylül sonrası 24.Koğuş
Sevgili K.
Direniş bitti. Başardık.35.koğuş dağıtıldı ve göçtük. 24 teyiz. Sansa bak bizim davadan hiç kimse yok. Ben yine ‘yalnızım’. Hic olmazsa Necmettin’le aynı koğuştayım. Mehmet Şener’de alttaki koğuşta. Onlar’la birbirimizi daha iyi anlamaya, arkadaş olmaya başlıyoruz. ‘Dışarıdan’ farklı mı burası?
İşkenceler durdurulunca yaşam tamamen normale döndü. Yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. Gerçekten bir taraftan fiziksel olarak toparlanmaya çalışıyoruz. Savaştan sonra zayiatlarını toplayarak cephe gerisine çekilmiş askerler gibiyiz. Ellerimizdeki ayaklarımızdaki ‘haydar’ izlerini iyileştirmeye çabalıyoruz, söküklerimizi dikiyoruz, çamaşırlarımızı yıkıyoruz. Aynı zamanda değişik koğuşlardan ve hücrelerden bir araya gelmiş olanlar yaşadıklarını başlarından geçenleri anlatıyorlar karşılıklı. Travmalarımızın öyküleriyle, ruhlarımızın da ellerimiz gibi moraran, örselenmişliklerini onarmaya çalışıyoruz. Anlattıkça ayrı ayrı koğuşlarda ve hücrelerde ne kadar benzer bir vahşeti ve kederi yaşadığımızın farkına varıyoruz. Aynı şeyleri yaşamış olmak, ortak kadere sahip olmak, onun sırtımıza yüklediği ağırlığı da azaltıyor, paylaştırıyor. Bazen de bir diğerimizin anlattıklarına şaşıyoruz. Hemen altımızdaki koğuşta bu kadar dehşet yaşanmış olmasına, hayret ediyoruz.
Havalandırmalar artık marşların sesleri ve yerleri döven kaz adımlarla inlemiyor. Eziyet ve işkencenin yerini gönüllü yapılan sporlar aldı. Toplu spor yapıyoruz. Hatta voleybol oynama fırsatına bile sahibiz. Aynı kattaki koğuşlar ortak havalandırmayı kullanıyorlar. Zaman zaman hep birlikte çıkıyoruz. Böylece Mehmet Şener’le de s1k görüşme imkânımız oluyor.
İdare ile diyalogu sürdürmeye çalışıyoruz. Yeni iç emniyet amiri Yzb. Abdullah Kahraman da diyalog sürdürme yanlısı ve hevesli görünüyor. Eski uygulamaları miras olarak kabul etmediğini ve sorumluluğunu taşımadığını belirterek farklı bir tarz izlemek istiyor. Necmettin’i pingpong oynamaya davet ediyor, sık sık. İletişimi güçlendirmeye çalışıyor. Necmettin bu davetleri geri çevirmiyor. Hem yeniyor hem sözünü esirgemiyor. Necmettin; adam tartışmaya ve bizi anlamaya çok hevesli, diyor. Necmettin aracılığıyla devam eden iletişim kapımız oluyor.
Arayı uzatmadan kısa sürede tekrar yazacağım. Artık iyiyiz merak etme, hem zaman ve olanaklarımız eskiyle kıyaslanmayacak kadar fazla.
Sevgiyle.
İsfendiyar
Diyarbakır
Eylülden sonra
İşkence bitti… Yaşam ölümün karşısında, o her an mağlup olacakmışçasına tekinsiz duruşundan kurtularak; mahmur sabah kahvaltısına, öğle sporuna, dikilen yamalanan söküğe yırtığa, atılan voltaya, dingin, güvenli, günlük rutinine döndü.
4.Ekim.1983
4.Ekim.1983
Gözetleme deliklerinden 24 saat üzerimize, ruhumuza yapışan ürkütücü gözlerin gölgesi çekildi. Uykular esas duruşunu bozdu. Sere serpe yayıldı. Rüyalı, hülyalı derinliğine döndü.
Gardiyana uçurulan ‘haberler’ tekmiller ve ödetilen bedeller bitti. Marşların gümbürtüsünden korkan, kaçan söz geri döndü. Umutlar, eski öyküler, dışarının havasına duyulan özlem, Tahliye hesapları dile geldi.
Hapislik, hapisliğe benzedi. Voltasıyla, sporuyla, gece sayıklamaları ve memleket hasreti, tahliye umutları, hesaplarıyla. Necmettin’de bu gün voltada, adım adım gezdiği, katırlarla dağlarını aştığı Hakkari’yi, Siverek’i anlattı. Akşam el ayak çekilince, yastığının üzerine koyduğu mukavvanın düzlüğünde annesine, babasına yazdı;
“…Evet. Hapisteyim. Bu doğru. Ama inanız ki merak edilecek bir durum yok. Sıhhatim iyidir. Hele şimdi, yani hapishanenin şimdiki durumunda artık asla merak edilecek bir durum kalmadı. Göreceksiniz mahkemeden de bir şey çıkmayacak. Zaten Türkiye’nin bu olağanüstü durumu olmasaydı bu kadar da yatmazdım. Çok çok mahkemenin neticesine kadar kalırım o kadar.Gerçekten hukuki durumumda bir şey yok. Olan 1975 öncesi idi. O da affa uğramıştı. Ama her ne olursa olsun size yakışan ve sizden beklediğim sabır, metanet ve tahammül göstermenizdir. Benim gibi birçok anne baba evladı çile dolduruyor hem de çok daha büyük töhmetler altında ve de büyük cezalarla karşı karşıyadırlar. Esasen öylelerinin anne babasına sabır dilemek gerek. Kaldı ki sık sık gelip beni görebiliyorsunuz da. Eskiden dil bilmediğimiz için konuşamıyorduk. Ama şimdi tercüman aracılığı ile de olsa hal hatır sorabileceğiz. Daha önce de size birkaç sefer mektup yazdım. Ama bir türlü gönderme fırsatı bulamadım. Umarım ki bu mektubum elinize ulaşır.
Siverek’i de, köyü de, çoluk çocuğu da çok hem de çok özledim. Her yer herkes gözümde tütüyor. Hele şimdi artık bağ bozumu zamanıdır. Kim bilir Siverek’in şire üzümü ne tatlıdır bu sene. Canım o bağlarda o kayalıklarda şöyle bir dolaşmak istiyor. Bu mevsimin kırmızı arıları da boldur. Ben gezeydim de varsın üzüm salkımları arasında saklı o arılardan bir iki tanesi beni ısırsındı. Her tarafımı şişirselerdi bile gam yemezdim. Anneme koşardım. O da güzel bir yoğurt sürerdi, iyileşir giderdi. Hey gidi günler hey!”(1)
(1)4.10.1983 tarihinde anne ve babasına gönderdiği mektuptan kısaltılarak alınmıştır. Necmettin Büyükkaya Kalemimden sayfalar. Syf.138
Diyarbakır
26.Kasım.1983
Sevgili K.
Unutmamışsındır, Diyarbakır’a kış geç iner. Arada bir esip gürlese de, baharın ılık havası sarar bırakmak istemez seni. Cezaevinde, dökülen yaprakları, göçen leylekleri, solan havayı görmeyince bunun ilkbahar mı, sonbahar mı olduğunu zor anlarsın. Ben ilkbaharı yemeklerden, gelen ‘eşek baklası’ndan ayırt ederdim. Dışarıdayken de seyyar satıcıların tablalarındaki ‘ışkın’dan –yayla muzu- anlardık baharın gelmekte olduğunu.
Bu sene de bahar, arada bir yağan yağmura gece serinliklerine inat devam etmekte.
Günler öyle sıkıntısız, rutin ve kendi halinde ağır ağır geçip giderken…
Bazen idare bu ortamın onların isteklerine uygun olmadığını, kabul etmek zorunda kaldıklarını artık davranışlarıyla belirtiyor. Onlara göre bu ortam yakışmıyor Diyarbakır zindanına.
Zaman zaman bizler de, rahat ve işkencenin esaretinden yeni kurtulmanın verdiği yanılsamayla tamamen özgürlüğe benzeyen bu ortamı kötüye kullanıyoruz. Eski günlerin birikmiş hınçları ve ufak hesaplaşma güdülerimiz kışkırtıyor içimizdeki insani fırsat kollamalarını. Kışkırtmalara ve sert tartışmalara vardığı da oluyor. Sorumluluğunun farkında olan yönetici arkadaşlar ve politik olarak daha yetkin kesimlerden gelenler bu davranışları engellemeye çalışıyorlar. Kazandıklarımız geri alınır, eski günlere geri döneriz kaygılarıyla içimiz titriyor. Sorumlu davranışlarımızı ve kontrolümüzü iyice artırmaya çalışıyoruz. Yetmediği de oluyor. Karşılıklı sataşmaların her zaman hesapsız olup olmadığı kuşkulu. Niyetlerin ötesinde idare artık fırsat kolluyor, yeni durumdan hoşnut değil!
Tartışmalar ve sürtüşmeler en fazla görüşe ve mahkemeye gidiş dönüşlerde yaşanıyor. Bizimkilerin kendi aralarında konuşmaları, zaman zaman yazılı pusula alıp verme çabaları ve görüşmecilerle her seferinde Kürtçe konuşma çabaları askerlerin tepkilerine neden oluyor. Askerlerin tepkilerine karşı kimse altta kalmıyor. Cevabını veriyor hemen herkes. Bazen abartılarak sert tepkilere ve sataşmalara bile dönüyor iş. Zemin kayganlaşıyor. Sataşmaların bir kısmının kışkırtma olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Bu tür davranışların engellenmesi ve hangi önlemlerin alınması gerektiğini direnişi oluşturan eylül grubuna getiriyoruz. Bu konularda Necmettin ve ben mümkün olduğunca, dikkatli ve ısrarcı davranıyoruz. Şener anlamaya çalışıyor. Yapılan davranışların bir kısmına katılmadığını o da belirtiyor. Uyarı yapma önlem alma fikrine katılıyor. Ancak bu tür davranışları azaltsak bile tamamen kesmemiz mümkün olmuyor.
Tek tip elbise haberleri bu ortamın üzerine tüy dikti. Gelen haberler doğru mu, ne pahasına olursa olsun giydirirler mi emin olamıyorum, olamıyoruz. Gerginliğin tırmanmasını engellemek için azami çaba sarf etmeye, tek tip elbiseyi de giymemeye karar veriyoruz… Sıkıntılıyız ki sorma gitsin. Yeni gelişme olursa tekrar yazarım.
Diyarbakır
18 Ocak 1984
Sevgili K.
Tırmanış ve gerginlikler beklemediğimiz bir şekilde patlak verdi.15 gün önce 3 Ocak tarihinde görüşe gidenlere yapılan müdahale ile bir arbede yaşanmıştı. Görüşe giden koğuşlardan görüşmeci bir arkadaş annesinin Türkçe bilmemesi nedeniyle Kürtçe konuşmaya başlıyor. Bunun üzerine gardiyanlar saldırıyor, görüşmeyi yarıda kesiyorlar. Koğuşu görüş yerinden koridora getirdiklerinde de bu kez hepsine saldırıyorlar. Saldırıya uğrayanlar karşı koyuyor. Slogan atmaya başlıyorlar. Bizler slogan sesleri ile fark ettik durumu. Eylülden kalma bir refleksle sloganlar anında tüm koğuşları sardı. Akşama da koğuşlar arası sesli telefon trafiği ile saldırıya uğrayan, görüşmeye çıkan arkadaşların hücrelere götürüldüğünü öğrendik. Direniş böylece fiilen karar vermeden ve elbise giyme dayatmasından bağımsız olarak başlamış oldu. Biz sadece direnişin nasıl yürütüleceğini ortak uygulamamız gereken kuralları konuşuyorduk. Bu kez ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek, işkenceye son’ gibi ortak sloganlarımız dışında siyasi içerikli bazı sloganlar atılmaya başlamıştı ve kendiliğinden gelişen durum siyasi bir hava kazanmaya, aramızdaki görüş ayrılıklarını ve slogan yarışlarını anımsatacak bir yola girebilirdi. Öncelikle bunu engelledik. Cezaevi ve direnişi ilgilendirmeyen sloganların atılmaması için karar aldık. Duyuruldu ve arkadaşlarda bu konuda hassasiyet gösterdiler ve aykırı davranış olmadı. Günlük yaşam yeniden alt üst olmuştu. Havalandırmalara çıkmıyorduk, çıkarılmıyorduk. Görüşmeye çıkılmıyordu. Mümkün olduğu kadar koğuşlardan dışarı çıkmamaya özen gösteriyorduk. Toplu ve koğuşlarda olduğumuz sürece güvenlikteydik. Dışarılar güvensizdi. Orada grup halinde ya da teke tek karşılaşıyorduk. Herhangi bir tartışmada, sürtüşmede hemen saldırıyorlardı. Bazen bu tür saldırılar gruplara yönelik olursa grubun ayak direyen iyice başkaldırmaya yakın olanlarını hücrelere götürüyorlardı.
Koridorlarda saldırganlık egemen olunca sıra koğuşlara geldi. Remzi Aytürk ve Yılmaz Demir’in kendilerini yakmaları sonucu dün ilk koğuş baskınları başladı. Koğuş baskınları haberi cezaevine anında yayıldı, öğrenildi. Komşu koğuşlar baskın seslerinden, diğer koğuşlar ise sesli telefonlardan. Hepimiz kendimizi korumak istedik. Saldırı dışarıdan içeriye yapılıyordu. Bu kez sadece koridorlar değil tüm dışarılar güvensizdi. Canımızı koruma güdüleri ortak yöntemler geliştirdi hepimizde. Tehlikenin geleceği yerlere kapılara barikatlar kurduk. Barikatlar yaşamımızı iyice değiştirdi. Yemek saatlerinde yemek almanın dışında dışarıyla irtibatımızı kestik. Artık sayıma da almıyorduk, gardiyanları. Bu akşam onlarda çatıya bakan camlardan durumu teftiş ettiler. Bu koğuşta da 35.koğuştaki gibi çatının hemen altında pencereler var. Ama 35.deki gibi pencerelerle aynı hizada değiliz. Dolayısıyla Oradan dışarıya bakma şansımız yok. Sadece gökyüzünü görebiliyoruz. Pencerelerin hemen bitiminde de diğer blok’un çatısı aşağıya doğru uzanıyor. Kontrol yapan asker ve subaylar da diğer blok’un çatısında gezerek bizim pencereden koğuşu gözetliyorlardı. Gözetlerken de pis pis bakıyorlar. Yüzlerindeki tehdit aşağıdan seçiliyor. Bizimkiler durur mu? Hemen el kol desteğiyle zenginleştirilmiş küfürlerle karşı saldırıya geçtiler. Engellemeye çalıştık. Engelleyenlerin en önünde de Necmettin ve ben varız. Israrla ve zorla susturuyoruz ama küfür de ısrar eden arkadaşlar bize sizin direnmeye niyetiniz yok. Sorumluluk adına bize de engel oluyorsunuz türünden serzenişlerde bulunuyorlar. Bunu sözleri ve daha çok tepkileri ve bakışlarıyla ifade ediyorlar. Bir yandan idare tarafından tırmandırılan gerginlikler ve saldırılar, diğer yandan da bizimkilerin politik olmayan abartılmış tepkileri. Bakalım nasıl çıkacağız işin içinden? Duaya ihtiyacımızın olduğu bir dönemden geçiyoruz aslında, senin duan kabul edilir gibi geliyor, bizi düşündüğün anlarda bizim için dua eder misin?
Hoşcakal!
Diyarbakır
23.Ocak 1984
Sevgili K.
Öğlene doğru koğuşun basılma ihtimalini karşı koğuşun–36-uyarısıyla anladık. Yapacak bir şey yoktu. Bilmediğimiz bir yere götürüleceğimiz belirsizliğiyle son hazırlıklarımızı yaptık. Giyebileceğim ne varsa üzerime giydim. Telaşlanmaya zaman kalmadan, kapı bomba sesine benzer bir sesle sarsıldı. Çatılara yerleştirilmiş dev hoparlörlerden Zeki Müren şarkıları devam ediyor. Ses sonuna kadar açık olmasa, bangır bangır ortalığı inletmese insanın‘enginde yavaş yavaş günün minesi soldu’yu, uzanıp, hülyalara dalarak dinleyesi geliyor.
Koğuş karıştı. Barikatı kuvvetlendirmek için kapıya doğru koştuk. Bizim telaşlı sürükleme, yığma faaliyetlerimiz henüz başlamışken kapı parçalandı. Açılan delik balyozlarla kazmalarla genişletildi. İçeriye ilk dalanlara karşı koymamızda çok kısa sürdü. Anlık değişikliklerle koğuşun arka tarafına doğru sürüklendik. İçeride göğüs göğse bir muharebe başladı.Asker sayısı arttıkça bizimkilerin sayısı azalıyordu.O hengamede dahi hızla olup biten bu yer değiştirmeyi izleyebiliyor,farkına varabiliyordum.Görünmeyen emici bir kuvvet koğuşta kilerini yutuyor,içine alıyor,onlarca askeri ise üzerimize püskürtüyordu….
…ayağımı yakalayan bir el beni ranzanın üzerine yıktı. Onlarca pençe üzerime üşüştü. Kaldırıp aşağı attılar. Yere düşmedim. Havada yakaladılar. İhtimamlı davranıyorlardı. Sert bir şeyin kendilerinden önce davranıp zarar vermesini istemiyorlardı. Sanıyorum götürüldüğüm yeni ikametgâhıma kadar da bir daha yere değmedim. Yüzlerce gardiyanın arasında fasılasız tekmelerle yumruklarla ‘el üstünde’ taşındım. Getirildiğimiz yerde-akşama buranın sinema salonu olduğunu anlayacaktık-yüzüstü yere atıldım. …
…Yanımda yatanları görünce bütün koğuşun veya başka koğuşlardan birçok kişinin buraya getirildiğini anlıyorum. Bunu anlamam felaketi tek başıma karşılamayacağımı gösterdiği için rahatlatıyor beni. Vücuduma göz gezdiriyorum. Üzerimdeki kabanımın sadece bilek ve ön kol kısımları kalmış, diğer kısımlar yok. Parçalanmış… Çevreden andımız ve istiklal marşı sesleri geliyor. Ne olduğunu anlamıyorum. Canım sıkılıyor. Hem ne olduğunu anlayamıyorum, hem de eylülden ve sloganlardan sonra yeniden andımızı istiklal marşını okuyan yakaran, bağıran seslere tahammülüm yok. Birazdan bir tekme yiyorum; tekmenin sahibi kurallara uyacak mısın? Elbise giyecek misin? Kalk andımızı oku diyor. Betonun üzerindeki yüzüstü halimi terk etmeye hiç niyetim yok. Tepki göstermiyorum. Yerimden kımıldamıyorum. Tekmenin sahibi de üstelemiyor. Israrcı davranmadan bitişiktekine geçiyor. Bitişikten sesli yanıt alıyor. Elbise giymeyeceğim, kurallara uymayacağım, diyen ses tanıdık geliyor. Başımı hafif sağa kımıldattığımda yanılmadığımı anlıyorum. Yanımdaki Necmettin. Bir süre karışılmadan rahatça yatmaya devam ediyoruz. Sesler birbirine karışarak artıyor. Andımızı ve İstiklal marşını okuyan yeni sesler ekleniyor. Eskiler ara vermeden devam ediyorlar herhalde. Kalabalık işitilsinler diye. Bir süre sonra postallar tekrar ayaklarıma vurmaya ezmeye başlıyor. Hareketlerden ve iniltilerden Necmettin’e de vurmaya başladıklarını tahmin ediyorum. Bizim yattığımız bölgede kalabalık artıyor. Otoriter, emreden ve kahreden ses arkada tepemizde;’bunu götürün gebertin, dikkat edin ölmesin, bunu da götürün öldürün’,diyor.
Ayak bileğimden çekilerek sürüklenmeye başlıyorum. Zemin pürüzsüz ve kaygan mı? Yoksa ben mi fark etmiyorum. Yere sürünen yerlerim acımıyor. Böyle rahat. Bir süre sonra çeken gardiyan bıkıyor, yoruluyor, bırakıyor ayak bileğimi kalk lan orospu çocuğu diyor. Ayağa kalkıyorum. Tekme tokatların verdiği hızla aşağılara sürükleniyoruz. Nereye gittiğimin fazlaca önemi yok ve zaten fark etmemde imkânsız. Andımız ve İstiklal marşları seslerinin azaldığı bağırmaların dayak seslerinin arttığı bir yerlere doğru geliyoruz. Seslerin ortasında yere atılıyorum tekrar. Yüzüstü yatmaya devam etsem tekrar diye düşünerek yavaştan dönme hamlesi yaptığımda, benim ekip başıma üşüşüyor. Kalabalıklar. Hiç vakit kaybetmiyorlar. Şimdiye kadar görmediğim bir usulle, hızlıca ayak bileklerimden bağlıyorlar, iplerin diğer kısımlarını da bir haydara bağlayarak, hooop deyip yukarıya kaldırıyorlar. Ben ayaklarımdan yukarıya doğru çekilerek, asılıyorum. Sadece kemerimden yukarısı, gövdem zeminle temas halinde. Bazen omuzlarıma kadar yukarıya kaldırılmış oluyorum. Tabanlarıma, ayaklarıma baldırlarıma ve kaba etlerime onlarca ve birbirine çarpmayan organize kalaslar peş peşe inip kalkmaya başlıyor.Ben etimin hızla yanmaya başladığını hissediyorum.Acı kesintisiz bir hızla beynime çarparken ,bağırıyorum.Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Bütün hayatım boyunca bağırmadığım kadar güçlü ve aralıksız. Bağırmamı kestiğim an, acı canımı alıp gidecek parçalara ayrılacakmışım gibi telaşlanıyorum. Kısa bir an sonra sesimin perde perde söndüğünü anlıyorum… Yüzüme çarpan sularla, boğulacak gibi olup ağzıma, burnuma kulaklarıma kadar dalan suyugeri atmak için çırpınırken yeniden kendimi acımasızlığın o sert sesleri içinde buluyorum. Seslerin içinden başıma üşüşen ihtimamlı bakıcılarımın sevinçli seslerini seçiyorum;
—ayıldı, kendine geldi devam edin! Çok gerilerde kalmış tanıdık bir acının beynime çarpan etkisiyle yeniden havuz başına dönüyorum. Zaten uykuda bastırdı. Derin tatlı uykular çekiyor beni içine…
Diyarbakır
23.Ocak.1984
Sevgili K.
Derin uykulardan hayata döndükçe, acılarımı, ağrılarımı hissediyorum. Dalıyorum. Kendime geldikçe vücudumun ve olduğum yerin algılarını birleştirmeye çalışıyorum. Yataktayım. Üstümdekilerin ıslaklığını ve henüz ısınamamanın titreyişlerini ayırt ediyorum. Bembeyaz çarşaflar ve yorganlar içindeyim. Üzerimde iki yorgan var. Sarışın bir delikanlı gülümseyerek üzerimden kayan ikinci yorganımı düzeltirken, gülümsüyor. Askeri hastanedeyiz, geçmiş olsun, adım Osman diyor… …Derin uykularımın arasından Necmettin’le laflıyoruz. Bölük pörçük. Hemen yanımdaki temiz, beyaz hastane karyolasında o yatıyor. Doğruluyorum. Konuşmamıza müdahale eden engelleyen yok. Ama onun yatağının kenarına oturacağım. Daha yakından haberleşeceğiz, durumu değerlendireceğiz. Kalkıp basmayı beceremiyorum. Ayaklarımın altı paramparça, gövdemin aşağı kısımlarını yokluyorum. Beynimi zorlayan bildik ağrıyı hatırlıyorum. Yırtılmış pantolonumun kenarlarından bacaklarıma bakmaya çalışıyorum. Görebildiğim kısımların rengi değişmiş. Normal cilt renginin yerini kırmızı mor hareler almış. Necmettin takılıyor. Ben senden daha iyi haldeyim herhalde, diyor…
Sinema salonu sonrası hamamı anlatıyor. ‘Hamama götürülürken bana saldırdılar’ diyor. ‘Onlarca kalaslı gardiyan etrafımı sardı. Sinema salonuna da tekmelerle ve yerlerde sürüklenerek vardım. Hamamdaki işkence sesleri ve çığlıklar çok kötüydü’ diyor? ‘Hatırlıyor musun’? Üzgünüm hatırlamıyorum. Acaba bayılmalarım nedeniyle mi yoksa Necmettin’in duyduğu çığlıkların bir kısmı bana mı ait? Neyse sonlara doğru O’ da hatırlamıyor. ‘Çevre ve olanlar bulanıklaşmıştı’ diyor. Benimle kıyaslandığında ne kadar güçlü bünyesi var diye düşünerek, kıskanıyorum.
Direnişin durumunu konuşuyoruz. Basılan koğuşlarda elbise giyemeyenleri 37.ye götürüyorlarmış. O’nu da götürmüşler. Hücreler çok kalabalıkmış. Kurallara uyanları ve elbise giyenleri de tekrar koğuşlarına götürüyorlarmış. Onların sayısı oldukça azmış, diyor. Seviniyoruz. Ben de zaten uzun süre kalmadım. Kısa süre sonra geldiler, beni çıkardılar hastaneye getirdiler, diyor…
…Gece sarsıyorlar uyanır gibi oluyorum, kendime gelmekte zorlanıyorum, bir koşuşturma. Hastane koridoruna doğru olan demir parmaklıklı kapıyı tekmeliyor, yüzünü seçemediğim bir arkadaş, koşun, ölüyor, diyor. Dışarıda da koşuşturmalar başlıyor. Nöbetçi ötelerde birilerine mi haber veriyor?
—Necmettin ölüyor! Diye patlıyor bir ses. Kendime gelmemle yandaki yatağına sıçramam bir oluyor. Nabzına bakıyorum. Yok! Solunumuna bakıyorum, durmuş. Kurtarırız umudunu kaybetmiyorum. Panik içinde arkadaşların yardımıyla kalp masajı, suni solunum deniyoruz…
…Yok yok. Çöküyorum yatağa. Diğerleri de birer ikişer dönüyorlar yataklarına.
Yorganın içine giriyorum. Yüzümü de kapatıyorum yorganla. Acılarım ağrılarım, bayılmalarım, gidip gelişlerim hepsi bitmiş. Her şey o kadar net ki. Eksilmelerim ve ölümün boşluğu ile yüz yüzeyim. Yorgan kımıldasa çıt çıksa hissedecek kadar kendimdeyim. Ancak hissedebileceğim ne bir ses, ne bir nefes, ne ışık, ne bir sıcaklık var. Derin bir boşluğa yuvarlanıyorum. Boşluk hırsımın ve çaresizliğimin şeklini alıyor. Derinleşiyor. Uçsuz bucaksız. Gözyaşlarımın sıcaklığı iyi mi geliyor?
Ne kadar geçti bilmiyorum. Oda kalabalıklaşıyor. Yorganı açıyorum. Doktorlar son kontrollerini yapıyorlar. Telaşsız ve soğuklar. Kısa sürede işlerini bitiriyorlar.Kendi aralarında fısıldaşıyorlar.Gidiyorlar.
Necmettin’i birazdan götürecekler ve artık gelmeyecek diye ani bir korku içime yayılıyor hemen. Götüremesinler, engel olabilir miyim diye düşünerek kalkıyorum. Karyolasının çevresine bakarken baş kısma asılmış gri balıkçıl kazağını görüyorum. Dirseklerimden ve ellerimden aldığım güçle uzanarak, sürünerek kazağı alıyorum. Yastığımın altına koyuyorum…
…Daldığımı hissettiğim an kendime geliyorum. Hemen bitişik yatağa bakıyorum. Boş!
Onbeş dakika sonra iki doktor geliyor. Hazırlan, seni taburcu edeceğiz diyor.
Diyarbakır
24.Ocak 1984
Günlerden salı. İçeride direniş ve koğuş baskınları sürüyor. Dışarıda da tutuklu yakınlarının aklı ve kulağı yüksek duvarların ardındaki görünmeyen içeriye, beş noluya bakıyor… Yirmi iki gündür ne görüş var ne mahkemelere giden gelen. Dışarıdakiler merak içindeler. İçeriden atılan sloganlardaki yaşam izleriyle ve demir kapının günlük nedenlerle açılışında sızan bilgilerle endişelerini bastırmaya çalışıyorlar. Gelişmeleri anında izlemek, dört yana haber uçurmak için kapıda bekleşmek gerekiyor. Ceza evine ulaşan yolun çevresi tarla, çamur. Evler tek tük. Üç beşi geçmiyor. Onlarda baskı ve tehditlerden yılmış, kapılarını, pencerelerini sıkı sıkı kapatmışlar. Çevre ıssız, soğuk ve korunaksız. Bekleşenlerin içine sığınabilecekleri dam altı da, başlarını sokabilecekleri çatı dibi de yok. Buna rağmen soğukta bekleşen, cezaevi önünden hiç ayrılmayanlar var. Her basılan koğuştan, dışarıya çıkan her aracın içinde olan bitenden resmi bir açıklama olmaksızın, bütün gizliliğe rağmen anında haberdar oluyorlar. Şehre haber uçuruyorlar. Geriye kalan tutuklu yakınları çalışıyor. Bir kısmının da köyden, kasabadan şehre inmişken yapılacak işleri var. Çalışanlar ve işi olanlarda zaman zaman geliyorlar. Yokluyorlar. Uzun süre beklemiş olanlar, demir kapı ve yükselen duvarların öte tarafında olup bitenleri izleme, anlama ve ağıt yakma nöbetini yeni gelenlere devrediyorlar. Eve uğramak, çocukların karınlarını doyurup, okul yoluna koyup hemen dönmek üzere. En ufak haber iyi kötü demeden tez yayılıyor.
Cemile Büyükkaya bu gün Dörtyol’daki eczanesinde. Günlerdir eczaneyi aksattığı için bu gün ceza evi önüne gidemeyecek. Haberleri gelenlerden alacak Yarın giderim diye kendini ikna diyor, merakını bastırıp aklını toplayarak işe yoğunlaşmaya çalışıyor. Öğle olmadan eczaneye Sami geliyor. Sonrasını ben de Cemile Büyükkaya’dan dinliyorum;
—‘Sami vardı, Mütevellizade’lerin kardeşi. İsmail. O’da tutukluydu. İsmail Mütevellizade. Sen tanırsın. O’nun kardeşi. Geldi; Cemile abla, Esin dedi ki, Necmettin’in ismi hastane listesinde çıktı. O zaman benim içimde bir şeyler koptu. Askeri hastanedeyse kötü bir şey mi oldu? Askeri hastanede de hiç bildik, tanıdık yok. Nereye başvuracağım? Hemen haber almam lazım. Dr. Ferit Onat’a gittim. İyi tanımıyorum. Ama askeri hastane başhekiminin muayenehanesi onun üzerinde, onu biliyorum. Gittim durumu anlattım. Kalabalıktı. Bekleyen hastası da çoktu. Hastaları bıraktı, sen bekle ben beş dakikaya kadar öğrenip geliyorum, dedi. Gerçektende beş dakika içinde döndü. Ancak yarına öğrenebileceğiz, dedi.
—Öğrenememiş mi, yoksa başhekimden öğrendi, biliyor, saklıyor mu?
—Hayır öğrenmiş. Sonra bana başsağlığına geldiğinde söyledi. Ben öğrenmiştim. Söylemedim, nasıl söyleyeceğimi bilemedim, zaman kazanmak için yarın öğreneceğiz dedim, dedi. Sonra askerlik şubesinde bir tanıdığım vardı. İkna olmadım, dayanamadım, O’na gittim. Hiç unutmam akşamüzeri saat dört. O söyledi, böyle böyle diye. Askeri hastaneye gittim. Sonra cesaret edip göremedim Necmettin’i. Yıllarca gözümün önünden o hali gitmez diye,cesaret edemedim’.(1)
(1)Cemile Büyükkaya,Serdil Büyükkaya ile İsfendiyar Eyyuboğlu görüşmesi bant çözümleri. 18.12.2005
Neziré CİBO
Direnişin durumunu konuşuyoruz. Basılan koğuşlarda elbise giyemeyenleri 37.ye götürüyorlarmış. O’nu da götürmüşler. Hücreler çok kalabalıkmış. Kurallara uyanları ve elbise giyenleri de tekrar koğuşlarına götürüyorlarmış. Onların sayısı oldukça azmış, diyor. Seviniyoruz. Ben de zaten uzun süre kalmadım. Kısa süre sonra geldiler, beni çıkardılar hastaneye getirdiler, diyor…
…Gece sarsıyorlar uyanır gibi oluyorum, kendime gelmekte zorlanıyorum, bir koşuşturma. Hastane koridoruna doğru olan demir parmaklıklı kapıyı tekmeliyor, yüzünü seçemediğim bir arkadaş, koşun, ölüyor, diyor. Dışarıda da koşuşturmalar başlıyor. Nöbetçi ötelerde birilerine mi haber veriyor?
—Necmettin ölüyor! Diye patlıyor bir ses. Kendime gelmemle yandaki yatağına sıçramam bir oluyor. Nabzına bakıyorum. Yok! Solunumuna bakıyorum, durmuş. Kurtarırız umudunu kaybetmiyorum. Panik içinde arkadaşların yardımıyla kalp masajı, suni solunum deniyoruz…
…Yok yok. Çöküyorum yatağa. Diğerleri de birer ikişer dönüyorlar yataklarına.
Yorganın içine giriyorum. Yüzümü de kapatıyorum yorganla. Acılarım ağrılarım, bayılmalarım, gidip gelişlerim hepsi bitmiş. Her şey o kadar net ki. Eksilmelerim ve ölümün boşluğu ile yüz yüzeyim. Yorgan kımıldasa çıt çıksa hissedecek kadar kendimdeyim. Ancak hissedebileceğim ne bir ses, ne bir nefes, ne ışık, ne bir sıcaklık var. Derin bir boşluğa yuvarlanıyorum. Boşluk hırsımın ve çaresizliğimin şeklini alıyor. Derinleşiyor. Uçsuz bucaksız. Gözyaşlarımın sıcaklığı iyi mi geliyor?
Ne kadar geçti bilmiyorum. Oda kalabalıklaşıyor. Yorganı açıyorum. Doktorlar son kontrollerini yapıyorlar. Telaşsız ve soğuklar. Kısa sürede işlerini bitiriyorlar.Kendi aralarında fısıldaşıyorlar.Gidiyorlar.
Necmettin’i birazdan götürecekler ve artık gelmeyecek diye ani bir korku içime yayılıyor hemen. Götüremesinler, engel olabilir miyim diye düşünerek kalkıyorum. Karyolasının çevresine bakarken baş kısma asılmış gri balıkçıl kazağını görüyorum. Dirseklerimden ve ellerimden aldığım güçle uzanarak, sürünerek kazağı alıyorum. Yastığımın altına koyuyorum…
…Daldığımı hissettiğim an kendime geliyorum. Hemen bitişik yatağa bakıyorum. Boş!
Onbeş dakika sonra iki doktor geliyor. Hazırlan, seni taburcu edeceğiz diyor.
Diyarbakır
24.Ocak 1984
Günlerden salı. İçeride direniş ve koğuş baskınları sürüyor. Dışarıda da tutuklu yakınlarının aklı ve kulağı yüksek duvarların ardındaki görünmeyen içeriye, beş noluya bakıyor… Yirmi iki gündür ne görüş var ne mahkemelere giden gelen. Dışarıdakiler merak içindeler. İçeriden atılan sloganlardaki yaşam izleriyle ve demir kapının günlük nedenlerle açılışında sızan bilgilerle endişelerini bastırmaya çalışıyorlar. Gelişmeleri anında izlemek, dört yana haber uçurmak için kapıda bekleşmek gerekiyor. Ceza evine ulaşan yolun çevresi tarla, çamur. Evler tek tük. Üç beşi geçmiyor. Onlarda baskı ve tehditlerden yılmış, kapılarını, pencerelerini sıkı sıkı kapatmışlar. Çevre ıssız, soğuk ve korunaksız. Bekleşenlerin içine sığınabilecekleri dam altı da, başlarını sokabilecekleri çatı dibi de yok. Buna rağmen soğukta bekleşen, cezaevi önünden hiç ayrılmayanlar var. Her basılan koğuştan, dışarıya çıkan her aracın içinde olan bitenden resmi bir açıklama olmaksızın, bütün gizliliğe rağmen anında haberdar oluyorlar. Şehre haber uçuruyorlar. Geriye kalan tutuklu yakınları çalışıyor. Bir kısmının da köyden, kasabadan şehre inmişken yapılacak işleri var. Çalışanlar ve işi olanlarda zaman zaman geliyorlar. Yokluyorlar. Uzun süre beklemiş olanlar, demir kapı ve yükselen duvarların öte tarafında olup bitenleri izleme, anlama ve ağıt yakma nöbetini yeni gelenlere devrediyorlar. Eve uğramak, çocukların karınlarını doyurup, okul yoluna koyup hemen dönmek üzere. En ufak haber iyi kötü demeden tez yayılıyor.
Cemile Büyükkaya bu gün Dörtyol’daki eczanesinde. Günlerdir eczaneyi aksattığı için bu gün ceza evi önüne gidemeyecek. Haberleri gelenlerden alacak Yarın giderim diye kendini ikna diyor, merakını bastırıp aklını toplayarak işe yoğunlaşmaya çalışıyor. Öğle olmadan eczaneye Sami geliyor. Sonrasını ben de Cemile Büyükkaya’dan dinliyorum;
—‘Sami vardı, Mütevellizade’lerin kardeşi. İsmail. O’da tutukluydu. İsmail Mütevellizade. Sen tanırsın. O’nun kardeşi. Geldi; Cemile abla, Esin dedi ki, Necmettin’in ismi hastane listesinde çıktı. O zaman benim içimde bir şeyler koptu. Askeri hastanedeyse kötü bir şey mi oldu? Askeri hastanede de hiç bildik, tanıdık yok. Nereye başvuracağım? Hemen haber almam lazım. Dr. Ferit Onat’a gittim. İyi tanımıyorum. Ama askeri hastane başhekiminin muayenehanesi onun üzerinde, onu biliyorum. Gittim durumu anlattım. Kalabalıktı. Bekleyen hastası da çoktu. Hastaları bıraktı, sen bekle ben beş dakikaya kadar öğrenip geliyorum, dedi. Gerçektende beş dakika içinde döndü. Ancak yarına öğrenebileceğiz, dedi.
—Öğrenememiş mi, yoksa başhekimden öğrendi, biliyor, saklıyor mu?
—Hayır öğrenmiş. Sonra bana başsağlığına geldiğinde söyledi. Ben öğrenmiştim. Söylemedim, nasıl söyleyeceğimi bilemedim, zaman kazanmak için yarın öğreneceğiz dedim, dedi. Sonra askerlik şubesinde bir tanıdığım vardı. İkna olmadım, dayanamadım, O’na gittim. Hiç unutmam akşamüzeri saat dört. O söyledi, böyle böyle diye. Askeri hastaneye gittim. Sonra cesaret edip göremedim Necmettin’i. Yıllarca gözümün önünden o hali gitmez diye,cesaret edemedim’.(1)
(1)Cemile Büyükkaya,Serdil Büyükkaya ile İsfendiyar Eyyuboğlu görüşmesi bant çözümleri. 18.12.2005
Neziré CİBO
Yorumlar
Yorum Gönder