Nezîrê Cîbo'nun Fuat Önen ile Netkurd için yaptığı roportajın Türkçe çevirisi
2006-10-24
Nezire Cibo: Sayın Önen, Çalışma Grubu yöneticilerinden biri olup, yeterince tanınıyorsunuz. Yine de kendinizi Netkurd okurlarına biraz tanıtır mısınız lütfen?
Fuat Önen: Çalışma Grubu aktivistlerinden biriyim, yönetici değilim. Amed toplantısında grubun disiplinini benimsediğimi açıkladım; bir yıl kadardır da arkadaşların yönetiminde Çalışma Grubu faaliyetlerine katılmaktayım.. İnsanın kendisi hakkında konuşması zordur. Kendimle ilgili 30 yıldır söyleyebildiğim şudur: Sosyalizmden yana devrimci demokrat kimliğimle ulusal demokratik mücadelede yer alan Kürdistan’lı bir yurtseverim.
Nezîrê Cibo: Ben şahsen Fuat Önen ismini İzmir DDKD ile duymuştum. Doğrusu şu anda da adınızı o şekilde hatırlamaktayım. 1978’de Diyarbakır’da DDKD’nin merkezileşmesiyle ilgili tartışma ve toplantılar yapılırken sizi uzaktan tanıyordum. Siz ve arkadaşlarınız o karara katılmadınız. 28 yıl sonra nedenini sorabilir miyim? İzmir DDKD ya da Fuat Önen o zaman ne düşünüyordu? Şimdi ne istemektedir?
Fuat Önen: Doğrusu orta yaşlılığımda beni gençliğimle hatırlamanıza sevindim, sağ olun. İzmir DDKD ile merkezi DDKD iki ayrı örgütlenme modelidir. Bu ayrımı anlatabilmek için, bu derneklerin kuruluş ve gelişim süreçlerini kısaca anlatmam gerekir. İlk DDKD lerin 1975-76 yıllarında Türkiye’nin üç büyük kentinde kurulduğu unutuluyor: Ankara DDKD, İstanbul DDKD ve İzmir DDKD
12 Mart darbesinden sonraki ilk Kürd gençlik derneği İzmir’de, İzmir Doğu Yardımlaşma ve Kültür Derneği-İz. DYKD adıyla 1975 de kuruldu. İlk DDKD Ankara’da ikincisi İstanbul’da kurulmuştur. İz.DYKD hakkında açılan davalardan dolayı işlemez hale gelince kapatılıp yerine İz.DDKD kuruldu.Her üç DDKD de metropollerde kurulan Kürd gençlik dernekleridirler.
Yönetim ve kuruluş şekilleri arasında fark olmakla beraber, gençlik örgütleri modeli olarak aynı çizgideydiler. Kendilerini DDKO geleneğinin sürdürücüsü olarak tanımlıyorlardı, bütün yurtsever çevrelere açıktılar. Metropollerde Kürd gençliğinin birliğini sağlayarak, özgürlük hareketine katılmak ortak amaçlardı. Üç DDKD yönetimi arasında siyasi bir hareket kurmak için ilişkiler var olup, başlangıçta bu ilişkiler yurtsever sosyalist bir hareket amaçlıydı. Siyasi şekillenme ve örgütsel ayrılıklar özgürlük hareketi içinde henüz görünmemekte, hareketimiz üzerinde Marksizm’in etkisi güçlenmekteydi.
Kürd gençlerinin çoğunun pusulasız,sınırsız sert bir arayış içinde olduğu bir dönemden geçiyorduk. Yavaş yavaş 1971 öncesi arkadaşlar siyasi faaliyetlere başladılar; bir kısmı 71 öncesinden kalma ve bir kısmı da zindanlarda oluşan farklılıklara dayanan siyasi gruplaşmalar çıktı ortaya. Diğer yandan uluslar arası sosyalist hareketteki ayrılıklar da hızla gündemimizde yer almaya ve bizleri etkilemeye başladı. Metropollerde sert tartışmalarla yol alan, Türk solu ile ilişkilerimiz de güçleniyordu. Temel tartışma noktalarımız; Kürdistan’ın sömürge olup olmadığı, Kürd Marksistlerin Türk solundan ayrı Kürdistanî bir Marksist parti kurma haklarının olup olmadığıydı.
Bu üç faktör üç DDKD’nin birleşmesi ve siyasi bir hareket oluşturma çabalarının sonuç vermemesine yol açtı. Ankara DDKD mahkeme kararıyla kapatıldı; hakkında mahkemelerce açılan davalar olmakla beraber İst.DDKD kendi kendini feshetti. İst.DDKD feshedilmeden önce iç problemlerden dolayı işlevsiz hale gelmiş ve yönetiminde ortak bir tutum kalmamıştı. Örneğin, İstanbul’daki arkadaşların Komünü, ‘Yöntem’ yayınevinin mülkiyet hakkıyla ilgili tartışmalarla dağıldı. İstanbul Komünü İstanbul DDKD’nin kapatılmasından önce Maocu çizgiye yakındı; İstanbul DDKD’yi de o komün yönetiyordu. O döneme kadar siyasi grup olarak ‘Komal’ ve ‘Özgürlük Yolu’ vardı. KDP de vardı, ancak metropollerdeki Kürd gençleri arasında etkisizdi. Fakat yeni bir grup da görünmeye başlamıştı. İsimlerini ilk olarak 1976’da duyduğum bu grup ‘Şıvancılar’dı.
Komal mensupları Ankara DDKD’nin kuruluşu ve ilk yönetimi üzerinde etkiliydi. Ancak o arkadaşların haklarını teslim etmek gerekir; DDKD’ye kendi çizgi dernekleri gibi bakmıyorlar, çok renkli, çok sesli bir derneği savunuyorlardı. DDKD dağılıp, Kürd gençliğinin birliği DDKD ile sağlanamayınca, Komalcı(daha sonra Rizgarî) arkadaşlar ASK-DER adıyla kendi çizgilerinde gençlik dernekleri kurdular.
Sadece İzmir DDKD kaldı. İzmir DDKD üzerinde hiçbir siyasi grubun etkisi yoktu. Her renkten yurtseverler bünyesinde faaliyet gösteriyorlardı. Yönetiminde de grup yandaşları olan arkadaşlar vardı, ancak dernek olarak hiçbir grup veya örgütün çizgisinde değildi. Kürd gençlerinin birliği için birleşik bir dernekti; siyasi hareket için de Marksist bir Kürdistanî parti kurulmasını savunuyorlardı. Başkanı olarak ben dahil olmak üzere, İzmir DDKD’li arkadaşların çoğunluğu bu tutumu benimsiyordu. Kuşkusuz başka bölgelerde de bizimle ilişkili arkadaşlar vardı; bizim aramızda da örgütlenme şekli konusunda yer yer toplantı ve tartışmalar oluyordu. Özgürlük Yolu’ndan arkadaşlar da o dönemde kendi gençlik örgütlenmeleri için DHKD’leri kurmaya başlamışlardı.
Sorunuzun yanıtına gelince:
Diyarbakır tartışmalarının konusu DDKD’lerin merkezileşmesi değildi. Tartışmaların konusu yurtsever gençlik için birleşik dernek idi. İlk toplantıda ASK-DER ve DHKD’li arkadaşlara da çağrı yapılması için karar alındı.
O dönemde şu projeyi savunuyorduk: Kürd gençliğinin birliği için Kürdistan’da birleşik, federal bir derneğe ihtiyaç var. İlk toplantıya katılan dernekler de homojen olmaktan uzaktılar, çizgi dernekleri değildiler. İlk DDKD’lerden sadece İzmir DDKD vardı aralarında. İstanbul DDKD’nin kapatılmasından sonra, üyelerinin bir kısmı DDKD adıyla yeni bir dernek kurdular, ancak bu DDKD ilk DDKD’lerin modeline uygun değildi; birleşik bir dernek değildi. Görüntüde kendisini DDKD’nin devamı gibi gösterse de, aslında ‘Şıvancılar’ tarafından açılmıştı; sonradan anlaşıldığı gibi o artık bir çizgi derneğiydi. İstanbul DDKD adıyla o da Diyarbakır toplantılarına katıldı. Birkaç toplantıdan sonra arkadaşların niyetinin Kürd gençleri için birleşik, federal bir dernek kurulması olmadığı görüldü. Amaçları DDKD adı altında çizgi derneği, ‘Şıvancılar’ın derneğini kurmaktı. Bu sebeple birleşik, federal bir dernek kurma çabaları başarısız kaldı ve ‘Şıvancı’ arkadaşlar, Merkezi DDKD adıyla kendi derneklerini kurdular.
Orada bir bölünme yaşanmış değildir,yaptığımız onlardan ayrılmak değil, fakat onlara katılmamaktı.
Çünkü derneklerin merkezi mi federal mı olacağı tartışmasının arkasında şu siyasi tartışma vardı: Biz, Kuzey Kürdistan’da Marksist bir parti olmadığını, dolayısıyla Marksist bir parti inşasını önümüze görev olarak koymamız gerektiğini, bu partinin de sadece bir grup veya gelenekten çıkmayacağını, birçok Marksist çevre ve kişinin katılımına ihtiyaç olduğunu söylüyorduk. O arkadaşlar Marksist bir çekirdeğin olduğunu söylüyor, bizim de katılmamızı istiyorlardı. Çekirdek ve Marksist partiden kastettikleri T-KDP idi.
Bu konularda anlaşamayınca, aramızda yurtseverlik zemininde dostluk ilişkilerini sürdürme kararı aldık. Onlar merkezi DDKD’nin kuruluşuna başladılar, biz de İzmir DDKD’yi ilk kuruluşu temelinde sürdürdük. İzmir DDKD 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar, arada bu çizgiden uzaklaşma ve yakınlaşmalar olmakla beraber, bu temelde çalışmalarını sürdürdü. 12 Eylül darbesiyle kapatıldı; Kürd gençlik mücadelesi tarihinin bir parçası oldu.
Umarım fazla uzatmadan, sorunuzu yanıtlamış oldum. Ancak diğer sorunun yanıtına geçmeden önce, ‘Şıvancı’ sözüyle ilgili bir parantez açmak istiyorum.
Bu sözü ‘’ içinde kullandığım dikkatinizi çekmiştir. Nedeni, Dr. Şıvan çizgisinin 1975’ten sonra iki kanaldan aktığını düşünmemdir. T-KDP ismini daha sonra KİP olarak değiştiren arkadaşlar, Dr, Şivan’ın örgütsel mirasına sahip çıktılar, hala da sahip çıkmaktalar. DDKD’lilerin Almanya’daki toplantısında bunu tekrar deklare de ettiler.
Ancak 1975’ten bu yana, Dr. Şivan’ın teorik ve siyasi çizgisine hiç sahip çıkmadılar. Dr. Şivan’ın teorik ve siyasi çizgisini sessiz bir şekilde unutturdular. T-KDP ile KİP’in programları birbirine uymaz; KİP’in programı T-KDP’nin programının devamı değil, ancak inkarıdır. Dr.Şıvan çizgisi Maoculuğa yakın olup, o çizgiyle KİP’in ideolojik çizgisi arasında hiçbir ilişki yoktur. Mücadele tarzı konusunda da Dr. Şıvan ile KİP birbirinden oldukça uzakta kalmaktadır. Dr. Şıvan daha çok Latin Amerika ve Güney Kürdistan mücadele tarzına yakındır. KİP’in mücadele tarzı ise daha kentli ve Dr. Şıvan’a nazaran daha reel-politikerdir.
Kuzey Kürdistan’da gruplar ortaya çıkmaya başladığında, kanımca Dr. Şıvan’ın teorik-politik çizgisi daha çok Komal’cılar tarafından sürdürüldü. Orhan Kotan, Dr. Şıvan’ın fikirlerini Ömer Çetin’den daha çok temsil ediyordu. Bilindiği gibi Dr. Şıvan’ın kitapları Komal tarafından yayınlandı. Dr. Şıvan’ın "ezen uluslar ezilen uluslar" adlı kitabı KİP’te kaldı ve o arkadaşlar tarafından imha edildi, ya da kaybettirildi. Bu da KİP’in Dr.Şıvan’ın teorik ve siyasi çizgisinin varisi olmadığını göstermektedir, en azından ben öyle değerlendirmekteyim. Bu nedenle, KİP’lileri ‘Şıvancı’ olarak değerlendirirken ihtiyatlı olmak, bu rezervleri korumak gerekir.
Nezirê Cibo: Sayın Önen, bu röportajın amacı ağırlıklı olarak Kürdlerin birlik sorunu ve bu çerçevede Kürd Ulusal Demokratik Çalışma Grubu projesinin üzerinde durmaktır. Kısaca sormak istiyorum, UDÇG nedir, ne değildir? Grup nasıl ve hangi ihtiyaç üzerine ortaya çıktı? Amacı nedir? Şu anda ne durumdadır? Özellikle de, grubun geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Fuat Önen: Çalışma Grubu Kuzey Kürdistan’da farklı parti, grup, çevre ve kişilerin ortak bir ulusal inisiyatif arayışıdır. ÇG, Kürdler için kendi toprakları üzerinde siyasi iktidar talep etmekte ve bunun oluşturulması için ulusal güçlerin birliği, birlik için de ortak bir siyasi aklı gerekli görmektedir. Bana göre, ÇG bu ortak siyasi akıl arayışının ifadesidir. ÇG bu ortak siyasi aklı oluşturma, bununla ulusal proje üretme ve bu proje ekseninde ulusal kurumları oluşturmanın aracı olmalıdır
Bence bu üç kavram ÇG’nin temeli ve gerçekleşmesinin zemini olmalı: ortak siyasi akıl, ulusal proje ve ulusal kurumlar. Kürd toplumu sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir toplum değildir. Hem toplumumuz hem de Çalışma Grubumuz ideoloji ve fikir açısından türdeş değildir. Doğrusu türdeşliğin ne gereği ne de olanağı vardır. Özgürlük hareketimizin çocukluk döneminde (1975-1978) ideoloji=siyaset yaklaşımı egemendi ve siyaset ideolojiye emdirilmekteydi, bunları aşmalıyız.
Siyaset, siyasal eylem sanıldığının tersine doğruyu bulma çabası değildir. Bu, bilimin, teorinin işidir. Siyasal eylem esas olarak kendi doğrusunu inşa etme çabasıdır. Öyleyse ulusal güçler farklı ideolojik tercihlere, farklı örgütsel siyasal aidiyetlere sahip olsalar da, ki bu doğaldır, ortak siyasi doğruları da olmalıdır. Çeşitli ulusal sınıf ve tabakaların farklı çıkarları olmakla beraber ortak ulusal çıkarları da olmalıdır, daha doğrusu vardır. Ortak siyasi akıl bu ortak çıkarların, ortak ulusal doğrumuzun ifadesi olacaktır.
Siyasi mücadele disiplin ve somut projeler gerektirir. Genel kavramlarla propaganda yapılabilir, fakat ciddi bir ulusal mücadele somut projelerle ve disiplinle verilir. Özgürlük hareketimizin büyük bir ulusal projeye ve ona bağlı alt projelere ihtiyaç duyduğu açıktır. Ulusal projenin temeli Kürdistan’da Kürd milletinin devletleşmesi olacaktır; öyle olmalıdır. Bu devletin şekli hakkında çeşitli tartışma ve görüşler vardır; bu tür farklılıklar normaldir; bunlara rağmen ve bunlar engel olmaksızın çalışmalarımızı sürdürebiliriz.
Önemli siyasi sorun ve görevlerimiz vardır; Kürdistan’daki siyasi jenosidi dünya kamuoyuna taşırmak, Kürdistan sorununu Birleşmiş Milletler’in gündemine sokmak, ulusal dil ve ulusal dille eğitim, Kürdistan’da zorunlu askerliğin sona erdirilmesi, Kürdistan’ın parçalanmışlığı ve bu parçalanmışlıktan kaynaklanan sorunların çözümü, vb. Bütün bunlar önemli sorunlarımız ve siyasi görevlerimiz olup, onlar için ulusal projeyle bağlantılı projeler geliştirmeliyiz.
Siyasal mücadelede başarılı olmak disiplinle ve disiplin de örgüt ve kurumlarla mümkündür. Kürdistan’da en önemli sorunumuz ulusal kurumların yokluğudur. Cephe, kongre, meclis, vb. siyasi kurumların yanı sıra, sivil, sosyal ve yerel kurumlara da ihtiyacımız vardır. Akademi, vakıf ve enstitü gibi şu anda yeterli olmasa bile bazıları mevcut bulunan kurumların yanı sıra, Kürdistan Tabipler birliği, Kürdistan Hukukçular Birliği, Kürdistan Eğitimciler Birliği, Farklı Din ve Mezheplerden kollarıyla Kürdistan Din Adamları Birliği, Kürdistan Muhtarlar Birliği, Kürdistan Belediyeler Birliği gibi kurumlar da oluşturmalıyız.
Ben Çalışma Grubu’na bu perspektiften bakıyor, böyle bakılmasını öneriyorum. Henüz yolun başındayız. Program taslağı, Grup Meclisi’nden geçen şekliyle, ortak siyasi akıl ve ulusal proje yolunda atılmış olumlu bir adımdır. Yayınlanmasını, yurtsever güçlerin katılım ve eleştirileriyle daha da yetkinleşmesini umuyorum.
ÇG’na bu genişlikte baktığım için, gereklilik ve önemini biliyorum. Anlamlı ve verimli bir proje olup,Kuzey Kürdistan'da ulusal mücadelenin ihtiyaçlarına cevap verebilir. Bir yıllık çalışma da bunu doğrulamıştır. Grubun bütün unsurlarının birlikte çalışma ve birlik ahlakını oluşturma yönünden yararlandıklarını görüyorum. Benim için de yararlı bir deneyim olmuştur. Kısa vadeli hesapları, dar grup çıkarlarını, kişisel beklentileri bir yana bırakabilir, ÇG aidiyetini öne çıkarıp, onu siyasi sürece müdahale edebilecek bir harekete dönüştürürsek, ciddi bir siyasi araç olduğunu herkes görecektir. Ancak yine de bu çalışma başarılı olmazsa, bu projenin başarısızlığı değil de, bizim başarısızlığımız anlamına gelecektir. Girdiğimiz yol doğrudur; başarısızlık da sorumluluk da yolculara ait olacaktır. Ortak siyasi akıl, ulusal proje ve ulusal kurumlar oluşturmayı hedefleyen ulusal güçlerin birliği projesi, siyasi iktidar perspektifleri olan aktör ve aktivistlerini er geç bulacaktır, bundan kuşku duymuyorum.
Nezîrê Cibo: Bildiğim kadarıyla şimdiye kadar çok sayıda Kuzey Kürdistan’lı örgüt ve siyasetçi bir araya gelmiş ve uzun süreli olmasa bile ‘birlik’ kurmuşlardır. Ancak İslami hizip ve gruplar birlik içinde hiçbir zaman yer almamışlardır. Fakat bugün ÇG içinde İslami kişi ve gruplar da yer almışlardır. Doğrusu bunu çok çok önemli görüyorum. Benim nezdimde bu değerli ve Kürdistanî bir siyasettir. Bu konuda siz ne diyorsunuz? ÇG ile eski tecrübelerin arasında ne fark var?
Fuat Önen: Dünyanın dört bir yanında başarıya ulaşmış ulusal özgürlük hareketleri içinde güçlü dindar katılımı görmekteyiz; çoğu zaman da en ön saflardadırlar. Dini kimlik ile millî kimlik arasında çelişki olduğu ilüzyonu bizim bir özgünlüğümüzdür, daha çok da Kuzey Kürdistan’ın. Bu ilüzyonun birçok nedeni olup, bence en önemli sebep Kemalizm’dir. Kuzey Kürdistan’da sömürgecilik içselleşmiş, Türkiyelilik bilinç altımıza işlemiştir. Türk egemenlik sisteminin ırkçı şoven ideolojisi olan Kemalizm çoğu zaman modernizm olarak algılanmış ve birçok uygulaması Kürtler tarafından da desteklenmiştir. Özellikle de İslamizme karşı uygulamaları öyle algılanmıştır. 1925 sonlarında çıkarılan ‘tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanun’ bugün de çok sayıda Kürd ilericisi tarafından ilerici ve modernist görülmektedir. Oysa ki Kemalizm’in miladı 1925 Kürd ayaklanmasıdır (İmralı’dan vaaz edilip Kürt hareketine çözüm olarak sunulan analizlerden biri de ‘1920-23 Kemalizm’idir; bu tam bir safsatadır ve temelsizdir, o yıllarda Kemalizm yoktur !).
TC Osmanlı kalıntılarından Türk milleti yaratma projesidir; uygulama aracı Türk egemenlik sistemi olup, ideolojisi de Kemalizm’dir. İşte bu Kemalizm Kürd halkının millet ve ülke gerçekliğine karşı açılmış bir savaştır. Ayaklanmanın bastırılmasından hemen sonra çıkarılan söz konusu kanun Kürd ulusal mücadelesinde islamik damarı izole etmeye yöneliktir ve bugünden bakıldığında başarılı olduğunu söylemek mümkündür. İlk dönem Kürd ayaklanmalarından sonra ulusal özgürlük mücadelemizde İslamî damar zayıf kalmıştır. Bu nedenle dikkat çektiğiniz nokta önemlidir. İslamî şahsiyet ve grupların ÇG’na katılması sevindiricidir. ÇG’nun ulusal birlik konsepti bunu gerekli kılmakta, ulusal güçlerin birliği yönünde güven vermektedir. Sadece İslamist değil, Êzidî, Alevî ve İsevi Kürd dindarların da ulusal birliğe katılımı sağlanmalı, ÇG bunun oluşturulmasına çalışmalıdır.
Nezîrê Cibo: Daha önce Kek Sabahattin Korkmaz ve Sayın İbrahim Güçlü’ye de sormuştum. Size de sormak istiyorum; ulusal birliğin şimdiye kadar kurulmamış olması Kürd milletinin henüz çağdaş, modern bir millet olmadığı, millî anlayış ve karakter kazanmadığı anlamına gelmiyor mu? Zira biz Kürdler arasında hala grup ve aşiret mefhumları millî çıkarlardan üstün tutulmaktadır. İnsanlarımız şef, önder, aşiret ve gruplarına bağlı oldukları ve onları savundukları kadar millî çıkarları savunmuyorlar. Aşiret, grup, şef ve başkanları için her fedakarlığı yapabilirler, fakat kendi milletleri için o fedakarlıkları yapmazlar. Bu da millî birliğin oluşmamasına yol açmaktadır. Bilmem yanlış mı düşünüyorum? Siz ne düşünüyorsunuz?
Fuat Önen: Bu konuyu açmak için ulus ve ulusal birliği tartışmak gerekir. Biz Kuzey Kürdleri ulusu daha çok Stalin’in ünlü formülasyonuna göre tanımladık, ve bu formülasyonun da determinist, kendiliğindenci yorumuna takılı kaldık. Kapitalizm gelişir; dil, kültür, ekonomik yaşam birliğini oluşturur; toprak birliği de varsa, halk millet olur! Biraz karikatürize etmiş olsam da ulus algılamamız buydu. Oysa ulus tarihsel, sosyal bir fenomen olmakla beraber siyasi bir fenomendir de. Dünyanın her yerinde uluslar büyük siyasal mücadeleler sırasında oluşmuştur. Batıda daha çok feodaliteye karşı; doğuda ilaveten ve çoğu zaman sömürgecilere, işgalcilere karşı mücadeleyle oluşmuşlardır. Batıda kapitalizmin şafağında 17-18. YY’larda tarih sahnesine çıkan uluslar Doğuda 19-20. YY’lara sarkmış, Kürd ulus sorunu ise 21.YY’a kalan nadir ulusal sorunlardan biri olmuştur.
Bir de Cemiyet-i Akvam ve sonrasında Birleşmiş Milletler’in ulus tanımı var; bu tanım, ulusu devletle tanımlamakta, devletsiz ulus tanımamaktadır. Bu kurumlara göre, mesela bir Kuveyt ulusu, Bahreyn ulusu, Türkiye ulusu var, fakat Kürd ulusu yoktur. Bu tanım aşırı politik olup, her iki dünya savaşının galipleri tarafından oluşturulan dünya düzeninin korunması ve sürdürülmesi için uydurulmuştur. Bilimsel olarak hiçbir önem ve değeri yoktur.
Ulusa kendiliğindenci ve iradî yanlarıyla, toplumsal-tarihsel ve siyasal bir fenomen olarak bakmak ve öyle anlamak gerekir. Aynı zamanda ulus, halkların uluslaşma sürecinin sonunda elde ettikleri bir rütbe de değildir. Asgari bir dil, kültür, toprak ve ekonomik yaşam birliği olan bütün halklar veya etnik gruplar ulus olarak tanınıp, adlandırılmalıdırlar. Bence, 20. yüzyılda her parçada on binlerce evladını ulusal özgürlük mücadelesine kurban veren Kürd halkının ulus olduğu tartışmasız bir sosyo-politik fenomendir. Bunun ne kadar modern olduğu sorulursa, şöyle yanıtlayabilirim: Kürd halkı uluslaşma ve modernleşme sürecinde epey yol almış olup, bu yolun kendi topraklarında siyasî iktidarı elde etmekle sonuçlanacağından hiç kuşku duymamak gerekir.
Ulusal birlik ya da ulusal güçlerin birliği başka bir düzey olup, burada sorunlarımızın olduğu açıktır. Sebepleri pre-modern, modern ve post-modern gibi sınıflandırılabilir. Kısaca şunlara dikkat çekmeye çalışacağım:
Aşiret ve şeyhlik gibi pre-modern kurumların millî birlik önünde engel oldukları açıktır. Ancak Kürdistan’da komünal toplumdan kalma aşiret yapısının incelenmesi gerektiğini, aşiretlerin çözülmesinin her zaman millî birlik yönüne akmadığını düşünüyorum. Her şey zıddıyla anlam kazanır! Çözülen aşiretlerin yerine ulusal kurum ve aidiyetler koyamadığımız durumlarda, bu boşluk Türk egemenlik sistemi tarafından dolduruluyor; bunun farkında olmalıyız. Aynı zamanda İslamın Türkik ve Arabik yorumlarına dayanan dindarlığın da ulusal birliği engelleyen pre-modern bir faktör olduğu ve son dönemlerde Kürd ulusal birliğini ciddi ölçüde tehdit ettiği görülmelidir.
Biz modernliği Türk egemenlik sisteminin boğuculuğunda ve Kemalizm’in Türkiyeliliğinde yaşıyoruz; ulusal birliğimizi engelleyen faktörlerden en önemlisi budur. Ben özellikle 1960’lardan sonra bu sistem içinde kapitalizm ve modernitenin gelişmesinden bahsediyorum. Türk eğitim sistemi Kürd okumuşlarının bilincinde ve bilinçaltında muazzam tahribatlara yol açmıştır. Çoğumuz bunun derinliğinin farkında değiliz. Bir sonucu da bir fikir akımı izleyicisi olan Kürd okumuşların, onu Türkiyelilikle özdeşleştirmeleridir. Kürdistan’lı bir modernist modern bir Kürdistan yaratmaya yönelmemekte, onun yerine Türkiye’yi modernleştirmeye çalışmaktadır. Kürdistan’lı liberaller Kürdistan’da liberal bir siyasî iktidar hedefi gütmez, Türkiye’yi liberalleştirmekten bahseder. Bu konu dahilinde, 1980 öncesi Marksizm tasavvurumuzun da Türkiyelilik, yer yer afaki enternasyonalizmle malul olduğunu ve bunun ulusal güçlerin birlik ihtiyacını gerektiği kadar görüp, gerçekleştirmeye çalışmamızı engellediğini söylemeliyim. Bu konuyla ilişkili tuhaflıklarımıza bir örnek olarak da, Amed’deki FB’lilik veya GS’lılığın İstanbul’daki FB’lilik veya GS’lılığa benzemesidir. Bu ve benzerleri de ulusal birlik sorunlarımız arasında değerlendirilmelidir.
- Son yıllarda Batıda ulus devlet döneminin kapandığı ve artık ultra-nasyonal, trans-nasyonal devletler dönemine geçildiği şeklinde bir argüman savunulmaktadır. Bunu olduğu gibi doğuya taşımak ve ulusal devletler döneminin bittiğini beyanla Kürdlerin devletleşmesini gericilik saymak post-modern bir gericiliktir. Post-modernite modernitenin aşılmasıdır ve tartışmalıdır, yoksa moderniteyi yaşamamış toplumları ekspresle post-moderniteye taşımak değildir
Uzatmadan belirtmeliyim ki bütün bu etkenlerin ulusal birliği engelleyebilmesinin en önemli nedeni de iktidar perspektifinden yoksunluktur. Aşiret, tarikat, parti, grup aidiyetlerini ulusal aidiyetlerin önüne çeken ve ulusal birliği engelleyici işlev gören yaklaşımların iktidar perspektifiyle aşılabileceğini düşünüyor ve ÇG’nun iktidar perspektifini yüksekte tutmasını öneriyorum.
Nezîrê Cibo: Kürd sorununun çözümüyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Bu günlerde Kürd siyasetçileri arasında ‘federasyon’ ve ‘bağımsızlık’ tartışılmaktadır. Bu konuda sizin de görüşlerinizi sormak istiyorum.
Fuat Önen: Ulusal sorun toprak ve iktidar sorunudur. Çözümü de toprak üzerinde ve siyasî egemenlikle mümkündür. Yani bu sorun ancak Kürdlerin kendi toprakları üzerinde egemen olmasıyla çözülür. Bu noktada zihnimiz açık ve umudumuz güçlü olmalıdır. Ulusal sorunun çözülmesinde prensip olarak kendi kaderini tayin hakkı kabul edilir. Kendi kaderini tayin hakkı da özünde ayrı bir devlet kurma hakkıdır. Kendi kaderini tayin hakkı iki şekilde gerçekleştirilebilir:
1- Ezilen ulus tercihini ayrı ve bağımsız bir devlet yönünde kullanır.
2- Ezilen ulus diğer ulusla beraber kalır, her iki ulusun hak ve realitelerini eşit olarak ifade eden bir devlet kurulur.
İki şekilde de çözüm yeni bir devletin kurulmasıdır. Yani toprak ve iktidar sorunu olarak, ulusal sorunun, eski devlet içinde çözümü mümkün değildir; birlikte veya ayrı, yeni bir devlet gereklidir! Bu iki şekilden hangisinin gerçekleşmesi gerekir? Bu daha çok özgürlük mücadelesi süreci, iki toplum arasındaki ilişkiler, kendi kaderini tayin hakkını elde etme şekli ve uluslararası koşullara bağlıdır. Yugoslavya eskiden federasyondu, iç savaş ve BM şemsiyesi altında ABD müdahalesinden sonra, kimse neden 6 devletin kurulduğunu sormadı. O toplumların birlikte kalma koşulları kalmamıştı. Güney Kürdistan’da 130 yıllık özgürlük savaşı, ve daha sonra ABD’nin müdahalesi federal bir Irak’a yol açtı; şimdi Kürdlerin federal bir devleti kurulmakta ve Kürdler ayrılma haklarını da saklı tutmaktadır. (Ancak bence Amerikan Federalizmi Kürdistan’daki devletleşmeye model olamaz. Kürd halkı geleceğini tayin ettiğinde, özgür bir şekilde ve gönüllü olarak komşu halklarla birlikte yaşaması gerekirse ya da öyle karar verirse, buna uygun şekil federalizm değil, konfederalizm olur.)
Geçen yüzyılda kendi kaderini tayin hakkı daha çok bağımsız devletlere yol açmıştır (bazı mandater veya yeni sömürgeci sistemler bağımsızlığa geçişte köprü işlevi görmüştür). Sosyalist devletler deneyiminde federal bir şekil daha önde görünmektedir. Federasyon veya bağımsızlık tartışması egemenlik şekliyle ilgili olup, bu tartışmayı öne çıkaran arkadaşlar, kendi kaderini tayin hakkında netlik olmadığını, talebimizi netleştirmemiz gerektiğini söylemektedirler. Son yıllarda Kuzey Kürdistan’da Federasyon talebi güçlenmektedir; bu, Güney Kürdistan’ın etkisi, sosyalist düşünce, reel-politikerlik ve globalizm dalgasıyla ilişkilidir. Kürdistan parçalanmış bir ülkedir; bundan dolayı hiçbir parçada komşularla federasyon kalıcı bir çözüm olamaz. Siyasî realite Kürdleri buna mecbur bıraksa bile, geçici olacaktır. Bu yüzden, ‘konfederasyon veya bağımsızlık’ tartışmasını ‘federasyon veya bağımsızlık’ tartışmasından daha rasyonel görmekteyim. Ancak bugün bu seçeneklerden birini tercih etme aşamasında değiliz. Bu tartışmayla Kürd siyasi güçlerini derinden bölmeyi erken ve gereksiz görüyorum. ÇG’nun projesi dahilinde kendi kaderini tayin hakkı bize yeter ve daha uzun bir süre yetecektir. Kendi kaderini tayin hakkı iddia edildiği kadar da bulanık bir talep değildir. Ben kendi kaderini tayin hakkı talebinden şunları anlıyorum:
-Kürdlerin ayrı devlet kurma hakkının kabul edilmesi;
-Türk ordusunun Kürdistan’dan çekilmesi, bütün militer ve para militer kurumların dağıtılması;
-Zindanlardaki, dağlardaki ve yurtdışındaki bütün Kürdler için serbest siyaset hakkı;
-Kürdistanî örgütlerin propaganda ve siyasi mücadelesi önündeki bütün engellerin kaldırılması;
-Böyle özgür bir atmosferde özgür propaganda için verilen makul bir süreden sonra, referanduma gidilmesi;
-Kürdistan halkının federasyon, konfederasyon veya bağımsız bir devlet kararını vermesi.
Benim kendi kaderini tayin hakkından anladığım budur, bu nedenle de onu bulanık bir hedef olarak görmüyorum.
Nezîrê Cibo: Bildiğiniz gibi Ortadoğu siyaset gündemi çabuk değişir. Son yıllarda çok şey değişti. Size göre bu değişim Kürd siyasetine nasıl bir etkide bulunmaktadır? Kürdler bu değişimlerin neresinde bulunmaktadır? Kimin ne talep ettiğini kısaca söyleyebilir misiniz? Türk Devleti neyi talep etmekte ve hangi ‘kartlar’ı oynamaktadır? Bu durumda Kürdlerin yeri neresi? Ya da Kürd siyaseti nasıl oluşturulmalıdır? ÇG bu süreçte ne yapabilir?
Fuat Önen: Bir soruyla başlayayım: Dünyayı, bölgeyi ve ülkemizi barış perspektifiyle mi, yoksa savaş perspektifiyle mi daha iyi anlayabiliriz?
Son yıllarda barış,uzlaşma,demokrasi sözcükleri havada uçuşuyor. Sorunların evrensel hukuk normlarıyla çözüldüğü global bir dünyada yaşadığımız ve yeni bir dünya düzeninin oluştuğu ısrarla, tam bir bombardımanla söyleniyor. Gerçek durum bunun tam tersidir. Dünya düzenini kaybetmiştir, yeni bir düzen arayışındadır ve bunun sancılarını yaşamaktadır. Dünyaya bir düzen verilmesi ve bunun olanaklı olması kapitalizmin dünya sistemine dönüşmesiyle ilgilidir ve 19. yüzyıl sonlarına denk gelir. Bu dönem aynı zamanda globalleşmenin birinci büyük dalgası dönemidir. Feodal parçalanmışlık sırasında dünyaya bir düzen vermek olanaklı değildi. 20.YY’ da dünya savaşlarıyla dünyaya düzen verilmiştir.
Bence ‘Savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir’ ve ‘Savaş, siyasetin zor araçlarıyla sürdürülmesidir’ şeklindeki eski tanımlar hala geçerli tanımlardır. 1.ve 2. savaştan sonra oluşan dünya düzenlerinin zirveleri olarak Cemiyet-i akvam ve Birleşmiş Milletler galiplerin iradelerini temsil eder. Bu savaşların ve oluşturdukları düzenlerin Kürdistan’a getirdikleri parçalanmışlık, statüsüzlük ve yok sayılmışlık olmuştur. 1.Dünya Savaşında parçalanıp bölge devletlerinin eklentisi haline getirilen Kürdistan, 2. dünya savaşında Mahabad direnişine rağmen statükoyu değiştirememiş ve büyük bir uluslararası uzlaşmayla yine yok sayılmıştır. 1960’lı yıllarda globalleşmenin ikinci büyük dalgası uluslararası ilişkilerde yumuşama, detant politikalarına yol açmıştır. Bu yumuşama görüntüsü altında sürdürülen çatışmaların da sonucu olarak 1989’da SSCSB’nin çözülmesiyle bir dönemin sonuna gelinmiş, 2.savaş sonrası kurulan dünya düzeni çökmüştür!
Dünya yeni bir düzen arayışı içindedir. Başta ABD olmak üzere, Batılıların Sovyet sisteminin çökmesinden sonraki şaşkınlığı fazla sürmemiş, kılıçlar tekrar kuşanılmıştır. Dünya, 1990’larda hızlanan globalleşmenin üçüncü büyük dalgası eşliğinde, post-modern üçüncü dünya savaşı ile bir düzene doğru yol almaktadır. Terörle mücadele, bu savaşta ABD ve taraftarlarının argümanı olmuştur; ancak bu, savaşın ve bir düzen arayışının nedeni değildir. ABD’nin Büyük Ortadoğu İnisiyatifi veya Projesi (BOP) ile Ortadoğu’ya demokrasi getirmeye çalıştığı argümanı bir safsatadır; ABD’nin amacı bu değildir. BOP savaşın İslam coğrafyasındaki cephesini tanımlamakta, enerji kaynak ve yollarının kontrolüyle Çin, Hindistan ve Rusya gibi Avrasya devletlerini tehdit etmektedir. Bu projeye Kuzey Afrika’nın katılması ile Fransız, İran ve Irak yoluyla da Alman nüfuzu tehdit edilmektedir. Bu savaşı görüp, anlamaksızın, bölgede ve Kürdistan’da ne olup bittiğini anlamak mümkün değildir.
Dünya düzeninin dağılmasıyla beraber siyasi sınırların değiştirilemezliği prensibi de çökmüştür, hayırlı olmuştur. Balkanlar’da Ortadoğu’da yeni devletler çıktı ortaya, başka yeni devletlerin de sırada olduğu görülmelidir. Ortadoğu’da yeni bir siyasi haritanın yanı sıra Kürdistan’ı da gören yeni bir uluslararası düzen herkesten çok ve herkesten önce biz Kürdlerin talebidir. ABD ve dünya siyasi aktörlerinin bu noktaya gelmesi Kürdlerin haklılığının bir göstergesi olarak görülmeli, siyaset alanında sağladığı avantajlar iyi değerlendirilip, kullanılmalıdır.
Kürdistan sorunu on yıllarca Kürd sorunu olarak adlandırılıp, bölge devletlerinin bir iç sorunu olarak gösterilmek istendi. Bu oyun bozulmuştur! Parçalanması ve parçalı halde tutularak yönetilmesi doğu-batı ittifakı ve ‘medeniyetler uzlaşmasıyla’ gerçekleşen Kürdistan sorununun bir dünya sorunu olduğu yadsınamaz hale gelmiştir. Süre giden post-modern 3.dünya savaşında Kürdistan sorunu, uluslararası ittifak ve suskunluğu aşarak dünya sorunu olarak ortaya çıkmış ve çözümünü dayatmıştır. Güney Kürdistan’da devletleşme yönünde atılan adım Ortadoğu siyasi haritasında açılmış bir gediktir. Bu mevzi korunmalı ve yeni Ortadoğu talebimizin bayrağı haline getirilmelidir.
Bu savaşın yanı sıra başka bir savaşı da görmeli, anlamalıyız; Türk egemenlik sistemi Kürd millet ve ülke gerçekliğine karşı açılmış bir savaştır. Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıl başlarında gerileme devrinden çözülme devrine geçti. Birinci Dünya Savaşı bunu daha görünür hale getirmiş ve Osmanlı topraklarının paylaşılması savaş hedefleri arasında sayılmıştır. Osmanlı yöneticileri, sivil-askeri bürokrasisi ve aydınları artık devleti koruma ve kurtarma yolları arar hale gelmişlerdi.
Abdülhamid’in Panislamizmi imparatorluğu islam coğrafyasında yeniden kurma arayışıdır. Enver Paşa’nın buna Pantürkizm’i eklemesi aynı amaçla bu kez Türkik dünyaya da uzanarak yeniden kurmaya dönük emperyal bir projedir. Teori ve fikir akımlarının Türk siyasetçi ve aydınları için bir inanç veya bilim konusu olmadığı, devleti koruyup kollama konusu olduğu unutulmamalıdır.
Bu projeler savaş ve sonrasında çökmüştür. Bu kez elde kalan devleti ulus-devlet olarak yeniden kurmak ve kurtarmak projesi şekillenmeye başlamıştır. Ancak bu kez de ortada ulus yoktur! Osmanlı bakiyesinden Türk ulusu yaratılmaya karar verilmiştir! Türk egemenlik sistemi bu kararın uygulama aracı olarak oluşturulmuş ve 80 küsur yıldır bu araçla bu hedefe ulaşılmaya çalışılmıştır. Bu hedefe ulaşmak için Kürtlerle savaşmak kaçınılmazdır. TC coğrafyasında toprakları üzerinde tarih boyunca çoğunluk oluşturmuş tek halk Kürtlerdir. Bu nedenle etnik bölünmelerden söz ederken Kürdler, Türkler, Araplar, Acemler vs. demektense Kürdler ve diğerleri demek daha doğrudur. Ancak bu tarafta da ulus var ama devlet yoktur!
Diğer yandan devletsiz İbranilerin de bu savaşta Türklerin yanında yer aldıklarını ve TC’nin Judao-Türkik bir devlet olarak kurulduğunu da unutmamalıyız. 80 yıldan fazla süren bu savaşın esası ve özü şudur: Bir tarafta ulussuz ulus-devlet kurmaya çalışan Türk egemenlik sistemi, öbür tarafta kendi topraklarında devletleşmeye çalışan Kürt halkı. Bir tarafın fazlasının öbür tarafın eksiği olduğu bir savaş görüyoruz. 80 yılın sonunda söylenebilecekler şunlardır: TC projesi başarısız olmuştur. Kürd halkı Türk ya da Türkiye ulusunun bir parçasına, Kürdistan Doğu-Güneydoğu Anadolu’ya dönüştürülememiştir. Kuzey Irak’ın Güney Kürdistan olarak tescil edilmesi gibi, Doğu-Güneydoğu Türkiye’nin de Kuzey Kürdistan olarak tescili kendini dayatmıştır.
Son yıllarda, bu savaş 3. Dünya Savaşıyla kesişmiş, iç içe girmiş, girift bir hale gelmiştir. Bu durum TC’nin işini daha da zorlaştırmaktadır. 21.YY’a kendisini çözme potansiyeline sahip farklı dinamiklerin etkisinde giren TC çözülme sürecine girmiştir. AB ile ABD arasında nüfuz çekişmesine konu olan TC, içerde ayrışmakta statüko çatırdamaktadır. Statüsünü tehdit ettiği için AB ile, ülke bütünlüğünü tehdit ettiğini düşündüğü GOP nedeniyle ABD ile kavgalı olan Türk Egemenlik Sistemi bu iki gücün tepkisinden çekindiği için avrasyaya mesafeli durmakta bu anlamda dünyada yalnızlaşmakta ve içerde gerilmekte, ayrışmaktadır. İsrail-ABD ortaklığı olarak görülen GOP’ un ilk sonucu TC de türkik ve judaik unsurların ayrışması olmuştur. Ayrışma ve çözülme devam edecektir.
Kürdistan bu savaşların zembereğindedir. Böyle bir dönemde Kürd siyasetçilerinin pasifist, konformist, uzlaşmacı paradigmaların zembereğinde olmaları talihsizliktir! Hızla değişen, kaygan bir zeminde siyaset yapmaya çalışıyoruz; diğer savaş zamanlarından farklıdır. Tek doğru siyasetin ilkeli siyaset olduğunu unutmadan bölge ve dünya gerçeklerini görerek yürümeliyiz. Bu nedenle ABDci,ABci,Avrasyacı olmadan Kürdistani olmayı esas alan bir ulusal projeyle yol almalıyız. Geniş ufuklu ve büyük düşünerek siyaset yapmalıyız. ÇG bu konuda ortak mekanımız, ortak inisiyatifimiz olabilir, öyle de olmalıdır.
Nezîrê Cibo: Kekê Fuat, bildiğiniz gibi son günlerde PKK gerillaları ile Devlet arasındaki çatışmalar artmıştı; ancak ABD, Türk Devleti ve Irak/Kürdistan İdaresi arasındaki hareketlenme ve diploması çalışmalarından sonra, PKK tek taraflı ateşkes ilan etti. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Daha önce de PKK birkaç kez bu tür adımlar atmış, ancak hiç sonuç vermemişti. Bu son ateşkes ne anlama gelmektedir; daha öncekilerden farkı var mıdır? Bundan sonrası için Kürd siyasetini ne durumda görüyorsunuz?
Fuat Önen: Ateşkes ateşle, barış savaşla anlaşılır!
Süre giden bu savaş anlaşılmadan, sebepleri analiz edilmeden yapılan barış çağrıları amaçlı olup, ülkemizde sürdürülen esas savaşın özünü gizlemek için kullanılmaktadır. Kürdistan’da savaş PKK ile başlamış değildir, PKK’yle de bitmeyecektir.
Kürdistan’da Türk egemenlik sistemi çözülmeden, Kürd halkı geleceğini kendisi özgür olarak tayin edip, ülkesinde siyasi iktidar sahibi olmadıkça, barıştan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü Türk egemenlik sistemi Kürdistan’a, Kürd milletine karşı açılmış bir savaş olup, son bulduğunda barıştan bahsedeceğimiz asıl savaş da bu savaşın kendisidir.
Silahlı mücadele, ateşkes dönemleri de dahil siyasîdir. Siyasî hedeflere varmak için kullanılan araçlardan biridir. Ateş etmek de ateşi kesmek de amaç değildir. Ancak bütün araçlardan daha fazla dikkat, ihtimam ve sorumlulukla kullanılması gereken araçlardır. Yine bütün araçlar gibi, yersiz, gereksiz, zamansız kullanılmaları durumunda dönüp sahibini vurur, işlevsiz kalır ve dejenere olurlar.
Yıllardır PKK ve önderi şiddetin hiçbir sorunu çözmediğini, çözümün barış ve uzlaşmada olduğunu kesintisiz söylemektedirler. Son yıllarda PKK’nin başlıca argümanları Kemalizm, demokratizm, ekolojizm, pasifizmdir. Bu argümanların yanı sıra yürütülen silahlı mücadele ve bu anlamda ateş etmek, hedefsiz, amaçsız kör bir şiddete dönüşmüştür. Çoğu zaman kimin karar verdiği, talebinin ne olduğu, kime karşı olduğu tartışma konusu olmuştur. Bu anlamda ve bu çerçevede, PKK tarafından silahlı çatışmanın durdurulması, ateşkes ilanı olumludur.
Çünkü PKK’nin görünür talepleri şunlardır: tecridin kaldırılması, genel af, dil ve kültür alanında Kopenhag sınırlarını geçmeyen demokratik adımların atılması. Bu türden talepler silahlı mücadelenin konusu olamazlar, olmamalıdırlar. Bu taleplerle gösteriler düzenlenir, imza toplanır, sivil kampanyalar düzenlenir, ancak silahlı mücadele verilmez. Elinde silah genel af talep eden gerilla resmi, gerilla tarihine karşı da saygısızlıktır. Ancak son 7 yılda, bu taleplerle ve bu pasifist propaganda eşliğinde sürdürülen ‘silahlı mücadele’de 900 civarında gerilla yaşamını yitirmiştir. Evet bu ateş kesilmelidir.!
Son ateşkese gelirsek, ateşkesin önünü açan ve ondan daha da önemli görünen ABD-TC-Irak temsilcilerinden oluşan koordinatörlük kurumudur. Bu kurumun TC tarafından kabul edilmesi önemlidir; 2 yıl önce gündeme gelen ve TC tarafından red edilen bu kurumun kabul edilmesi önemlidir. Bu, TC’nin sorunun kendisi ve vatandaşları arasındaki bir anlaşmazlık değil de uluslararası boyutlarıyla Kürdistan sorunu olduğunu itiraf etmesidir. Bu projenin arkasında ABD’nin olduğu açıktır. Ancak amaçları tartışmalıdır. ABD’nin TC’yi BOP projesinde kullanmak istediği ve Türk genelkurmayının buna direnç gösterdiği bilinmektedir. ABD savunma bakanının 1 Mart tezkeresinin geçmemesinden hükümeti değil de orduyu sorumlu tuttuğu unutulmamıştır. Ayrıca ABD’nin bu direnci kırmak için Kürd kartı ve yanı sıra PKK kartını kullandığı da sır değildir. ABD’nin Türk siyasetindeki bölünmeleri ve bu arada hükümet-ordu çelişkisini de kendi politikaları bakımından değerlendirdiği, koordinatörlük kurumunun orduyla değil hükümetle kotarıldığı anlaşılmaktadır. Türk devletinin Kürd halkına karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye niyetinin ve bunu yapmak için bir projesinin olmadığı açıktır.
Kürd tarafında da durum karışık görünmektedir. İmralı açıklamasıyla Güneyli Kürdlerin inisiyatif almalarını engellemek istediler. PKK tek taraflı, hesapsız kitapsız ateşkeslerle bu aracı dejenere etmiştir. Kuzeyde PKK dışındaki muhalefet dağınık ve işlevsiz olup, sürece müdahale edememektedir. Kandil’deki koalisyon ve İmralı ile olan ilişkileri, son dönemde Kandil-ABD-Güney ilişkileri, bunun ABD’nin İran’a muhtemel bir müdahalesiyle bağlantısı, bütün bunlar göz önünde tutulmalıdır.
Sonuç olarak, amaçsız, hedefsiz ateşin kesilmesi olumludur. Kürdistan bütün parçalarıyla post-modern dünya savaşının cephe ülkesidir. Siyasal mücadele kaygan zeminde, dağılan başka tarzda yeniden kurulan ittifaklarla gelişiyor. Gelişmeler titizlikle ve çok yönlü izlenmeli, Kürdistan tarafı bu savaşta ulusal bir projeyle, kendisi olarak ve kendisi kalarak, siyasi iktidar perspektifiyle yer almalıdır.
Nezirê Cibo: Bu yeni durum ÇG projesine nasıl etkide bulunacaktır, PKK veya konseptiyle de görüşme, temas veya birlik ve işbirliği mesajlarının oluşması mümkün müdür?
Fuat Önen: Amaçsız ve hedefsiz ateşin kesilmesi ÇG’nun projesine uygun olup, bence grup bu çerçevede olumlu bakacaktır. Meşruiyetini haklılığından alan, mücadele tarzı olarak sivil itaatsizlik ve kitlesel eylemleri esas alan ÇG, bu ateşkesin barış olmadığını bilmeli ve halkımızı imha etmek için yıllardır sürdürülen savaşın sona erdirilmesi için ateşkes sürecinde daha güçlü bir sesle ulusal güçlere birlik çağrısı yapmalıdır.
ÇG açık alanda mücadele vermektedir; bu gizli alanı görmesine engel değildir. Kürdistan’da gizliliğin nedeni de adresi de Türk egemenlik sistemidir. Sistemin illegal saydığı çok sayıda yurtsever gruplarımız var ve bunlar ülkemizin gerçeğidir; bence, yurtseverlikleri meşruluklarının karinesidir. Bu anlamda, PKK, PSK, PDK, PRK, vb örgütler, ÇG Şer’ine uygunluğu ölçüsünde ulusal birlik çağrısının muhatapları olarak görülmelidirler.
Sorunuza yanıt olarak, açık alanda muhatabımız DTP’dir. Bu konuda birkaç yerel toplantıda görüşlerimi belirtmiştim; özetle şunlardır;
DTP’liler yanlış yerde duran kardeşlerimiz olup, yanlışlar yapmaktadırlar. Yanlış yerdedirler, çünkü Kürdistanîlikle güçlendiler, fakat Türkiyelileşmeye çalışıyorlar. Bu yer yanlıştır. Üniter devleti savunuyorlar; üniter devlet Kürd millet ve ülke gerçekliğinin inkarıdır; bu yol yanlıştır. DTP kitlesinin esasını şehit, gerilla ve tutuklu, hükümlü yakınları oluştururken, bu kitleye Kemalizm’in çözüm olarak önerilmesi insafsızlıktır. Kemalist devlet tarafından on binlerce insan öldürülmüş, binlerce köy yakılmış, yıkılmış, Kemalist zindanlarda binlerce yurtsever tutulmuş, binlerce genç Kemalizm’in zulmünden dolayı dağlara çıkmıştır. Bu yol yanlıştır; Kemalizm, Kürdleri ileriye götürmez ve Kürdler, Kemalizm’e gerilemezler!
ÇG bu bilinçle ulusal özgürlük mücadelesinde ortak tutum almak için ısrarla çağrıda bulunmalıdır. Onlar bizi hain, düşman gibi kavramlarla suçlayabilirler, fakat bu bizim de onlara böyle yaklaşmamızı gerektirmez. Onlar kardeşlerimizdirler; son 25 yılda Türk egemenlik sisteminin zulmüne bizden daha fazla maruz kalmış, özgürlük mücadelemizin yükünü taşımış, onun için ağır bedeller ödemişlerdir. Aynı zamanda, yurtsever mücadeleye bağlı oldukları sürece, er geç yollarımızın kesişeceği de unutulmamalıdır.
Nezîrê Cibo: Bu röportaj için çok teşekkürler, kekê Fuat, son bir sözünüz varsa, buyurun?
Fuat Önen: Umarım bu çetin ve geniş sorularınızı yanıtlayabildim. Size, NETKURD yönetici ve okurlarına başarılar diler, bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.
ÇG ile ilgili görüşlerimi daha önce toplantılarda ifade etmiş olduğum ve yayınlanmış oldukları için, aynı zamanda kek İ. Güçlü ve kek Sabahattin ile yaptığınız röportajlarda da kapsandığı için, ÇG’nun ortaya çıkış sürecine ayrıntılı olarak değinmedim. Ancak yine de okumak isteyen Netkurd okurları için o yazıların linkini vermek istiyorum:
2006-10-24
Nezire Cibo: Sayın Önen, Çalışma Grubu yöneticilerinden biri olup, yeterince tanınıyorsunuz. Yine de kendinizi Netkurd okurlarına biraz tanıtır mısınız lütfen?
Fuat Önen: Çalışma Grubu aktivistlerinden biriyim, yönetici değilim. Amed toplantısında grubun disiplinini benimsediğimi açıkladım; bir yıl kadardır da arkadaşların yönetiminde Çalışma Grubu faaliyetlerine katılmaktayım.. İnsanın kendisi hakkında konuşması zordur. Kendimle ilgili 30 yıldır söyleyebildiğim şudur: Sosyalizmden yana devrimci demokrat kimliğimle ulusal demokratik mücadelede yer alan Kürdistan’lı bir yurtseverim.
Nezîrê Cibo: Ben şahsen Fuat Önen ismini İzmir DDKD ile duymuştum. Doğrusu şu anda da adınızı o şekilde hatırlamaktayım. 1978’de Diyarbakır’da DDKD’nin merkezileşmesiyle ilgili tartışma ve toplantılar yapılırken sizi uzaktan tanıyordum. Siz ve arkadaşlarınız o karara katılmadınız. 28 yıl sonra nedenini sorabilir miyim? İzmir DDKD ya da Fuat Önen o zaman ne düşünüyordu? Şimdi ne istemektedir?
Fuat Önen: Doğrusu orta yaşlılığımda beni gençliğimle hatırlamanıza sevindim, sağ olun. İzmir DDKD ile merkezi DDKD iki ayrı örgütlenme modelidir. Bu ayrımı anlatabilmek için, bu derneklerin kuruluş ve gelişim süreçlerini kısaca anlatmam gerekir. İlk DDKD lerin 1975-76 yıllarında Türkiye’nin üç büyük kentinde kurulduğu unutuluyor: Ankara DDKD, İstanbul DDKD ve İzmir DDKD
12 Mart darbesinden sonraki ilk Kürd gençlik derneği İzmir’de, İzmir Doğu Yardımlaşma ve Kültür Derneği-İz. DYKD adıyla 1975 de kuruldu. İlk DDKD Ankara’da ikincisi İstanbul’da kurulmuştur. İz.DYKD hakkında açılan davalardan dolayı işlemez hale gelince kapatılıp yerine İz.DDKD kuruldu.Her üç DDKD de metropollerde kurulan Kürd gençlik dernekleridirler.
Yönetim ve kuruluş şekilleri arasında fark olmakla beraber, gençlik örgütleri modeli olarak aynı çizgideydiler. Kendilerini DDKO geleneğinin sürdürücüsü olarak tanımlıyorlardı, bütün yurtsever çevrelere açıktılar. Metropollerde Kürd gençliğinin birliğini sağlayarak, özgürlük hareketine katılmak ortak amaçlardı. Üç DDKD yönetimi arasında siyasi bir hareket kurmak için ilişkiler var olup, başlangıçta bu ilişkiler yurtsever sosyalist bir hareket amaçlıydı. Siyasi şekillenme ve örgütsel ayrılıklar özgürlük hareketi içinde henüz görünmemekte, hareketimiz üzerinde Marksizm’in etkisi güçlenmekteydi.
Kürd gençlerinin çoğunun pusulasız,sınırsız sert bir arayış içinde olduğu bir dönemden geçiyorduk. Yavaş yavaş 1971 öncesi arkadaşlar siyasi faaliyetlere başladılar; bir kısmı 71 öncesinden kalma ve bir kısmı da zindanlarda oluşan farklılıklara dayanan siyasi gruplaşmalar çıktı ortaya. Diğer yandan uluslar arası sosyalist hareketteki ayrılıklar da hızla gündemimizde yer almaya ve bizleri etkilemeye başladı. Metropollerde sert tartışmalarla yol alan, Türk solu ile ilişkilerimiz de güçleniyordu. Temel tartışma noktalarımız; Kürdistan’ın sömürge olup olmadığı, Kürd Marksistlerin Türk solundan ayrı Kürdistanî bir Marksist parti kurma haklarının olup olmadığıydı.
Bu üç faktör üç DDKD’nin birleşmesi ve siyasi bir hareket oluşturma çabalarının sonuç vermemesine yol açtı. Ankara DDKD mahkeme kararıyla kapatıldı; hakkında mahkemelerce açılan davalar olmakla beraber İst.DDKD kendi kendini feshetti. İst.DDKD feshedilmeden önce iç problemlerden dolayı işlevsiz hale gelmiş ve yönetiminde ortak bir tutum kalmamıştı. Örneğin, İstanbul’daki arkadaşların Komünü, ‘Yöntem’ yayınevinin mülkiyet hakkıyla ilgili tartışmalarla dağıldı. İstanbul Komünü İstanbul DDKD’nin kapatılmasından önce Maocu çizgiye yakındı; İstanbul DDKD’yi de o komün yönetiyordu. O döneme kadar siyasi grup olarak ‘Komal’ ve ‘Özgürlük Yolu’ vardı. KDP de vardı, ancak metropollerdeki Kürd gençleri arasında etkisizdi. Fakat yeni bir grup da görünmeye başlamıştı. İsimlerini ilk olarak 1976’da duyduğum bu grup ‘Şıvancılar’dı.
Komal mensupları Ankara DDKD’nin kuruluşu ve ilk yönetimi üzerinde etkiliydi. Ancak o arkadaşların haklarını teslim etmek gerekir; DDKD’ye kendi çizgi dernekleri gibi bakmıyorlar, çok renkli, çok sesli bir derneği savunuyorlardı. DDKD dağılıp, Kürd gençliğinin birliği DDKD ile sağlanamayınca, Komalcı(daha sonra Rizgarî) arkadaşlar ASK-DER adıyla kendi çizgilerinde gençlik dernekleri kurdular.
Sadece İzmir DDKD kaldı. İzmir DDKD üzerinde hiçbir siyasi grubun etkisi yoktu. Her renkten yurtseverler bünyesinde faaliyet gösteriyorlardı. Yönetiminde de grup yandaşları olan arkadaşlar vardı, ancak dernek olarak hiçbir grup veya örgütün çizgisinde değildi. Kürd gençlerinin birliği için birleşik bir dernekti; siyasi hareket için de Marksist bir Kürdistanî parti kurulmasını savunuyorlardı. Başkanı olarak ben dahil olmak üzere, İzmir DDKD’li arkadaşların çoğunluğu bu tutumu benimsiyordu. Kuşkusuz başka bölgelerde de bizimle ilişkili arkadaşlar vardı; bizim aramızda da örgütlenme şekli konusunda yer yer toplantı ve tartışmalar oluyordu. Özgürlük Yolu’ndan arkadaşlar da o dönemde kendi gençlik örgütlenmeleri için DHKD’leri kurmaya başlamışlardı.
Sorunuzun yanıtına gelince:
Diyarbakır tartışmalarının konusu DDKD’lerin merkezileşmesi değildi. Tartışmaların konusu yurtsever gençlik için birleşik dernek idi. İlk toplantıda ASK-DER ve DHKD’li arkadaşlara da çağrı yapılması için karar alındı.
O dönemde şu projeyi savunuyorduk: Kürd gençliğinin birliği için Kürdistan’da birleşik, federal bir derneğe ihtiyaç var. İlk toplantıya katılan dernekler de homojen olmaktan uzaktılar, çizgi dernekleri değildiler. İlk DDKD’lerden sadece İzmir DDKD vardı aralarında. İstanbul DDKD’nin kapatılmasından sonra, üyelerinin bir kısmı DDKD adıyla yeni bir dernek kurdular, ancak bu DDKD ilk DDKD’lerin modeline uygun değildi; birleşik bir dernek değildi. Görüntüde kendisini DDKD’nin devamı gibi gösterse de, aslında ‘Şıvancılar’ tarafından açılmıştı; sonradan anlaşıldığı gibi o artık bir çizgi derneğiydi. İstanbul DDKD adıyla o da Diyarbakır toplantılarına katıldı. Birkaç toplantıdan sonra arkadaşların niyetinin Kürd gençleri için birleşik, federal bir dernek kurulması olmadığı görüldü. Amaçları DDKD adı altında çizgi derneği, ‘Şıvancılar’ın derneğini kurmaktı. Bu sebeple birleşik, federal bir dernek kurma çabaları başarısız kaldı ve ‘Şıvancı’ arkadaşlar, Merkezi DDKD adıyla kendi derneklerini kurdular.
Orada bir bölünme yaşanmış değildir,yaptığımız onlardan ayrılmak değil, fakat onlara katılmamaktı.
Çünkü derneklerin merkezi mi federal mı olacağı tartışmasının arkasında şu siyasi tartışma vardı: Biz, Kuzey Kürdistan’da Marksist bir parti olmadığını, dolayısıyla Marksist bir parti inşasını önümüze görev olarak koymamız gerektiğini, bu partinin de sadece bir grup veya gelenekten çıkmayacağını, birçok Marksist çevre ve kişinin katılımına ihtiyaç olduğunu söylüyorduk. O arkadaşlar Marksist bir çekirdeğin olduğunu söylüyor, bizim de katılmamızı istiyorlardı. Çekirdek ve Marksist partiden kastettikleri T-KDP idi.
Bu konularda anlaşamayınca, aramızda yurtseverlik zemininde dostluk ilişkilerini sürdürme kararı aldık. Onlar merkezi DDKD’nin kuruluşuna başladılar, biz de İzmir DDKD’yi ilk kuruluşu temelinde sürdürdük. İzmir DDKD 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar, arada bu çizgiden uzaklaşma ve yakınlaşmalar olmakla beraber, bu temelde çalışmalarını sürdürdü. 12 Eylül darbesiyle kapatıldı; Kürd gençlik mücadelesi tarihinin bir parçası oldu.
Umarım fazla uzatmadan, sorunuzu yanıtlamış oldum. Ancak diğer sorunun yanıtına geçmeden önce, ‘Şıvancı’ sözüyle ilgili bir parantez açmak istiyorum.
Bu sözü ‘’ içinde kullandığım dikkatinizi çekmiştir. Nedeni, Dr. Şıvan çizgisinin 1975’ten sonra iki kanaldan aktığını düşünmemdir. T-KDP ismini daha sonra KİP olarak değiştiren arkadaşlar, Dr, Şivan’ın örgütsel mirasına sahip çıktılar, hala da sahip çıkmaktalar. DDKD’lilerin Almanya’daki toplantısında bunu tekrar deklare de ettiler.
Ancak 1975’ten bu yana, Dr. Şivan’ın teorik ve siyasi çizgisine hiç sahip çıkmadılar. Dr. Şivan’ın teorik ve siyasi çizgisini sessiz bir şekilde unutturdular. T-KDP ile KİP’in programları birbirine uymaz; KİP’in programı T-KDP’nin programının devamı değil, ancak inkarıdır. Dr.Şıvan çizgisi Maoculuğa yakın olup, o çizgiyle KİP’in ideolojik çizgisi arasında hiçbir ilişki yoktur. Mücadele tarzı konusunda da Dr. Şıvan ile KİP birbirinden oldukça uzakta kalmaktadır. Dr. Şıvan daha çok Latin Amerika ve Güney Kürdistan mücadele tarzına yakındır. KİP’in mücadele tarzı ise daha kentli ve Dr. Şıvan’a nazaran daha reel-politikerdir.
Kuzey Kürdistan’da gruplar ortaya çıkmaya başladığında, kanımca Dr. Şıvan’ın teorik-politik çizgisi daha çok Komal’cılar tarafından sürdürüldü. Orhan Kotan, Dr. Şıvan’ın fikirlerini Ömer Çetin’den daha çok temsil ediyordu. Bilindiği gibi Dr. Şıvan’ın kitapları Komal tarafından yayınlandı. Dr. Şıvan’ın "ezen uluslar ezilen uluslar" adlı kitabı KİP’te kaldı ve o arkadaşlar tarafından imha edildi, ya da kaybettirildi. Bu da KİP’in Dr.Şıvan’ın teorik ve siyasi çizgisinin varisi olmadığını göstermektedir, en azından ben öyle değerlendirmekteyim. Bu nedenle, KİP’lileri ‘Şıvancı’ olarak değerlendirirken ihtiyatlı olmak, bu rezervleri korumak gerekir.
Nezirê Cibo: Sayın Önen, bu röportajın amacı ağırlıklı olarak Kürdlerin birlik sorunu ve bu çerçevede Kürd Ulusal Demokratik Çalışma Grubu projesinin üzerinde durmaktır. Kısaca sormak istiyorum, UDÇG nedir, ne değildir? Grup nasıl ve hangi ihtiyaç üzerine ortaya çıktı? Amacı nedir? Şu anda ne durumdadır? Özellikle de, grubun geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Fuat Önen: Çalışma Grubu Kuzey Kürdistan’da farklı parti, grup, çevre ve kişilerin ortak bir ulusal inisiyatif arayışıdır. ÇG, Kürdler için kendi toprakları üzerinde siyasi iktidar talep etmekte ve bunun oluşturulması için ulusal güçlerin birliği, birlik için de ortak bir siyasi aklı gerekli görmektedir. Bana göre, ÇG bu ortak siyasi akıl arayışının ifadesidir. ÇG bu ortak siyasi aklı oluşturma, bununla ulusal proje üretme ve bu proje ekseninde ulusal kurumları oluşturmanın aracı olmalıdır
Bence bu üç kavram ÇG’nin temeli ve gerçekleşmesinin zemini olmalı: ortak siyasi akıl, ulusal proje ve ulusal kurumlar. Kürd toplumu sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir toplum değildir. Hem toplumumuz hem de Çalışma Grubumuz ideoloji ve fikir açısından türdeş değildir. Doğrusu türdeşliğin ne gereği ne de olanağı vardır. Özgürlük hareketimizin çocukluk döneminde (1975-1978) ideoloji=siyaset yaklaşımı egemendi ve siyaset ideolojiye emdirilmekteydi, bunları aşmalıyız.
Siyaset, siyasal eylem sanıldığının tersine doğruyu bulma çabası değildir. Bu, bilimin, teorinin işidir. Siyasal eylem esas olarak kendi doğrusunu inşa etme çabasıdır. Öyleyse ulusal güçler farklı ideolojik tercihlere, farklı örgütsel siyasal aidiyetlere sahip olsalar da, ki bu doğaldır, ortak siyasi doğruları da olmalıdır. Çeşitli ulusal sınıf ve tabakaların farklı çıkarları olmakla beraber ortak ulusal çıkarları da olmalıdır, daha doğrusu vardır. Ortak siyasi akıl bu ortak çıkarların, ortak ulusal doğrumuzun ifadesi olacaktır.
Siyasi mücadele disiplin ve somut projeler gerektirir. Genel kavramlarla propaganda yapılabilir, fakat ciddi bir ulusal mücadele somut projelerle ve disiplinle verilir. Özgürlük hareketimizin büyük bir ulusal projeye ve ona bağlı alt projelere ihtiyaç duyduğu açıktır. Ulusal projenin temeli Kürdistan’da Kürd milletinin devletleşmesi olacaktır; öyle olmalıdır. Bu devletin şekli hakkında çeşitli tartışma ve görüşler vardır; bu tür farklılıklar normaldir; bunlara rağmen ve bunlar engel olmaksızın çalışmalarımızı sürdürebiliriz.
Önemli siyasi sorun ve görevlerimiz vardır; Kürdistan’daki siyasi jenosidi dünya kamuoyuna taşırmak, Kürdistan sorununu Birleşmiş Milletler’in gündemine sokmak, ulusal dil ve ulusal dille eğitim, Kürdistan’da zorunlu askerliğin sona erdirilmesi, Kürdistan’ın parçalanmışlığı ve bu parçalanmışlıktan kaynaklanan sorunların çözümü, vb. Bütün bunlar önemli sorunlarımız ve siyasi görevlerimiz olup, onlar için ulusal projeyle bağlantılı projeler geliştirmeliyiz.
Siyasal mücadelede başarılı olmak disiplinle ve disiplin de örgüt ve kurumlarla mümkündür. Kürdistan’da en önemli sorunumuz ulusal kurumların yokluğudur. Cephe, kongre, meclis, vb. siyasi kurumların yanı sıra, sivil, sosyal ve yerel kurumlara da ihtiyacımız vardır. Akademi, vakıf ve enstitü gibi şu anda yeterli olmasa bile bazıları mevcut bulunan kurumların yanı sıra, Kürdistan Tabipler birliği, Kürdistan Hukukçular Birliği, Kürdistan Eğitimciler Birliği, Farklı Din ve Mezheplerden kollarıyla Kürdistan Din Adamları Birliği, Kürdistan Muhtarlar Birliği, Kürdistan Belediyeler Birliği gibi kurumlar da oluşturmalıyız.
Ben Çalışma Grubu’na bu perspektiften bakıyor, böyle bakılmasını öneriyorum. Henüz yolun başındayız. Program taslağı, Grup Meclisi’nden geçen şekliyle, ortak siyasi akıl ve ulusal proje yolunda atılmış olumlu bir adımdır. Yayınlanmasını, yurtsever güçlerin katılım ve eleştirileriyle daha da yetkinleşmesini umuyorum.
ÇG’na bu genişlikte baktığım için, gereklilik ve önemini biliyorum. Anlamlı ve verimli bir proje olup,Kuzey Kürdistan'da ulusal mücadelenin ihtiyaçlarına cevap verebilir. Bir yıllık çalışma da bunu doğrulamıştır. Grubun bütün unsurlarının birlikte çalışma ve birlik ahlakını oluşturma yönünden yararlandıklarını görüyorum. Benim için de yararlı bir deneyim olmuştur. Kısa vadeli hesapları, dar grup çıkarlarını, kişisel beklentileri bir yana bırakabilir, ÇG aidiyetini öne çıkarıp, onu siyasi sürece müdahale edebilecek bir harekete dönüştürürsek, ciddi bir siyasi araç olduğunu herkes görecektir. Ancak yine de bu çalışma başarılı olmazsa, bu projenin başarısızlığı değil de, bizim başarısızlığımız anlamına gelecektir. Girdiğimiz yol doğrudur; başarısızlık da sorumluluk da yolculara ait olacaktır. Ortak siyasi akıl, ulusal proje ve ulusal kurumlar oluşturmayı hedefleyen ulusal güçlerin birliği projesi, siyasi iktidar perspektifleri olan aktör ve aktivistlerini er geç bulacaktır, bundan kuşku duymuyorum.
Nezîrê Cibo: Bildiğim kadarıyla şimdiye kadar çok sayıda Kuzey Kürdistan’lı örgüt ve siyasetçi bir araya gelmiş ve uzun süreli olmasa bile ‘birlik’ kurmuşlardır. Ancak İslami hizip ve gruplar birlik içinde hiçbir zaman yer almamışlardır. Fakat bugün ÇG içinde İslami kişi ve gruplar da yer almışlardır. Doğrusu bunu çok çok önemli görüyorum. Benim nezdimde bu değerli ve Kürdistanî bir siyasettir. Bu konuda siz ne diyorsunuz? ÇG ile eski tecrübelerin arasında ne fark var?
Fuat Önen: Dünyanın dört bir yanında başarıya ulaşmış ulusal özgürlük hareketleri içinde güçlü dindar katılımı görmekteyiz; çoğu zaman da en ön saflardadırlar. Dini kimlik ile millî kimlik arasında çelişki olduğu ilüzyonu bizim bir özgünlüğümüzdür, daha çok da Kuzey Kürdistan’ın. Bu ilüzyonun birçok nedeni olup, bence en önemli sebep Kemalizm’dir. Kuzey Kürdistan’da sömürgecilik içselleşmiş, Türkiyelilik bilinç altımıza işlemiştir. Türk egemenlik sisteminin ırkçı şoven ideolojisi olan Kemalizm çoğu zaman modernizm olarak algılanmış ve birçok uygulaması Kürtler tarafından da desteklenmiştir. Özellikle de İslamizme karşı uygulamaları öyle algılanmıştır. 1925 sonlarında çıkarılan ‘tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanun’ bugün de çok sayıda Kürd ilericisi tarafından ilerici ve modernist görülmektedir. Oysa ki Kemalizm’in miladı 1925 Kürd ayaklanmasıdır (İmralı’dan vaaz edilip Kürt hareketine çözüm olarak sunulan analizlerden biri de ‘1920-23 Kemalizm’idir; bu tam bir safsatadır ve temelsizdir, o yıllarda Kemalizm yoktur !).
TC Osmanlı kalıntılarından Türk milleti yaratma projesidir; uygulama aracı Türk egemenlik sistemi olup, ideolojisi de Kemalizm’dir. İşte bu Kemalizm Kürd halkının millet ve ülke gerçekliğine karşı açılmış bir savaştır. Ayaklanmanın bastırılmasından hemen sonra çıkarılan söz konusu kanun Kürd ulusal mücadelesinde islamik damarı izole etmeye yöneliktir ve bugünden bakıldığında başarılı olduğunu söylemek mümkündür. İlk dönem Kürd ayaklanmalarından sonra ulusal özgürlük mücadelemizde İslamî damar zayıf kalmıştır. Bu nedenle dikkat çektiğiniz nokta önemlidir. İslamî şahsiyet ve grupların ÇG’na katılması sevindiricidir. ÇG’nun ulusal birlik konsepti bunu gerekli kılmakta, ulusal güçlerin birliği yönünde güven vermektedir. Sadece İslamist değil, Êzidî, Alevî ve İsevi Kürd dindarların da ulusal birliğe katılımı sağlanmalı, ÇG bunun oluşturulmasına çalışmalıdır.
Nezîrê Cibo: Daha önce Kek Sabahattin Korkmaz ve Sayın İbrahim Güçlü’ye de sormuştum. Size de sormak istiyorum; ulusal birliğin şimdiye kadar kurulmamış olması Kürd milletinin henüz çağdaş, modern bir millet olmadığı, millî anlayış ve karakter kazanmadığı anlamına gelmiyor mu? Zira biz Kürdler arasında hala grup ve aşiret mefhumları millî çıkarlardan üstün tutulmaktadır. İnsanlarımız şef, önder, aşiret ve gruplarına bağlı oldukları ve onları savundukları kadar millî çıkarları savunmuyorlar. Aşiret, grup, şef ve başkanları için her fedakarlığı yapabilirler, fakat kendi milletleri için o fedakarlıkları yapmazlar. Bu da millî birliğin oluşmamasına yol açmaktadır. Bilmem yanlış mı düşünüyorum? Siz ne düşünüyorsunuz?
Fuat Önen: Bu konuyu açmak için ulus ve ulusal birliği tartışmak gerekir. Biz Kuzey Kürdleri ulusu daha çok Stalin’in ünlü formülasyonuna göre tanımladık, ve bu formülasyonun da determinist, kendiliğindenci yorumuna takılı kaldık. Kapitalizm gelişir; dil, kültür, ekonomik yaşam birliğini oluşturur; toprak birliği de varsa, halk millet olur! Biraz karikatürize etmiş olsam da ulus algılamamız buydu. Oysa ulus tarihsel, sosyal bir fenomen olmakla beraber siyasi bir fenomendir de. Dünyanın her yerinde uluslar büyük siyasal mücadeleler sırasında oluşmuştur. Batıda daha çok feodaliteye karşı; doğuda ilaveten ve çoğu zaman sömürgecilere, işgalcilere karşı mücadeleyle oluşmuşlardır. Batıda kapitalizmin şafağında 17-18. YY’larda tarih sahnesine çıkan uluslar Doğuda 19-20. YY’lara sarkmış, Kürd ulus sorunu ise 21.YY’a kalan nadir ulusal sorunlardan biri olmuştur.
Bir de Cemiyet-i Akvam ve sonrasında Birleşmiş Milletler’in ulus tanımı var; bu tanım, ulusu devletle tanımlamakta, devletsiz ulus tanımamaktadır. Bu kurumlara göre, mesela bir Kuveyt ulusu, Bahreyn ulusu, Türkiye ulusu var, fakat Kürd ulusu yoktur. Bu tanım aşırı politik olup, her iki dünya savaşının galipleri tarafından oluşturulan dünya düzeninin korunması ve sürdürülmesi için uydurulmuştur. Bilimsel olarak hiçbir önem ve değeri yoktur.
Ulusa kendiliğindenci ve iradî yanlarıyla, toplumsal-tarihsel ve siyasal bir fenomen olarak bakmak ve öyle anlamak gerekir. Aynı zamanda ulus, halkların uluslaşma sürecinin sonunda elde ettikleri bir rütbe de değildir. Asgari bir dil, kültür, toprak ve ekonomik yaşam birliği olan bütün halklar veya etnik gruplar ulus olarak tanınıp, adlandırılmalıdırlar. Bence, 20. yüzyılda her parçada on binlerce evladını ulusal özgürlük mücadelesine kurban veren Kürd halkının ulus olduğu tartışmasız bir sosyo-politik fenomendir. Bunun ne kadar modern olduğu sorulursa, şöyle yanıtlayabilirim: Kürd halkı uluslaşma ve modernleşme sürecinde epey yol almış olup, bu yolun kendi topraklarında siyasî iktidarı elde etmekle sonuçlanacağından hiç kuşku duymamak gerekir.
Ulusal birlik ya da ulusal güçlerin birliği başka bir düzey olup, burada sorunlarımızın olduğu açıktır. Sebepleri pre-modern, modern ve post-modern gibi sınıflandırılabilir. Kısaca şunlara dikkat çekmeye çalışacağım:
Aşiret ve şeyhlik gibi pre-modern kurumların millî birlik önünde engel oldukları açıktır. Ancak Kürdistan’da komünal toplumdan kalma aşiret yapısının incelenmesi gerektiğini, aşiretlerin çözülmesinin her zaman millî birlik yönüne akmadığını düşünüyorum. Her şey zıddıyla anlam kazanır! Çözülen aşiretlerin yerine ulusal kurum ve aidiyetler koyamadığımız durumlarda, bu boşluk Türk egemenlik sistemi tarafından dolduruluyor; bunun farkında olmalıyız. Aynı zamanda İslamın Türkik ve Arabik yorumlarına dayanan dindarlığın da ulusal birliği engelleyen pre-modern bir faktör olduğu ve son dönemlerde Kürd ulusal birliğini ciddi ölçüde tehdit ettiği görülmelidir.
Biz modernliği Türk egemenlik sisteminin boğuculuğunda ve Kemalizm’in Türkiyeliliğinde yaşıyoruz; ulusal birliğimizi engelleyen faktörlerden en önemlisi budur. Ben özellikle 1960’lardan sonra bu sistem içinde kapitalizm ve modernitenin gelişmesinden bahsediyorum. Türk eğitim sistemi Kürd okumuşlarının bilincinde ve bilinçaltında muazzam tahribatlara yol açmıştır. Çoğumuz bunun derinliğinin farkında değiliz. Bir sonucu da bir fikir akımı izleyicisi olan Kürd okumuşların, onu Türkiyelilikle özdeşleştirmeleridir. Kürdistan’lı bir modernist modern bir Kürdistan yaratmaya yönelmemekte, onun yerine Türkiye’yi modernleştirmeye çalışmaktadır. Kürdistan’lı liberaller Kürdistan’da liberal bir siyasî iktidar hedefi gütmez, Türkiye’yi liberalleştirmekten bahseder. Bu konu dahilinde, 1980 öncesi Marksizm tasavvurumuzun da Türkiyelilik, yer yer afaki enternasyonalizmle malul olduğunu ve bunun ulusal güçlerin birlik ihtiyacını gerektiği kadar görüp, gerçekleştirmeye çalışmamızı engellediğini söylemeliyim. Bu konuyla ilişkili tuhaflıklarımıza bir örnek olarak da, Amed’deki FB’lilik veya GS’lılığın İstanbul’daki FB’lilik veya GS’lılığa benzemesidir. Bu ve benzerleri de ulusal birlik sorunlarımız arasında değerlendirilmelidir.
- Son yıllarda Batıda ulus devlet döneminin kapandığı ve artık ultra-nasyonal, trans-nasyonal devletler dönemine geçildiği şeklinde bir argüman savunulmaktadır. Bunu olduğu gibi doğuya taşımak ve ulusal devletler döneminin bittiğini beyanla Kürdlerin devletleşmesini gericilik saymak post-modern bir gericiliktir. Post-modernite modernitenin aşılmasıdır ve tartışmalıdır, yoksa moderniteyi yaşamamış toplumları ekspresle post-moderniteye taşımak değildir
Uzatmadan belirtmeliyim ki bütün bu etkenlerin ulusal birliği engelleyebilmesinin en önemli nedeni de iktidar perspektifinden yoksunluktur. Aşiret, tarikat, parti, grup aidiyetlerini ulusal aidiyetlerin önüne çeken ve ulusal birliği engelleyici işlev gören yaklaşımların iktidar perspektifiyle aşılabileceğini düşünüyor ve ÇG’nun iktidar perspektifini yüksekte tutmasını öneriyorum.
Nezîrê Cibo: Kürd sorununun çözümüyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Bu günlerde Kürd siyasetçileri arasında ‘federasyon’ ve ‘bağımsızlık’ tartışılmaktadır. Bu konuda sizin de görüşlerinizi sormak istiyorum.
Fuat Önen: Ulusal sorun toprak ve iktidar sorunudur. Çözümü de toprak üzerinde ve siyasî egemenlikle mümkündür. Yani bu sorun ancak Kürdlerin kendi toprakları üzerinde egemen olmasıyla çözülür. Bu noktada zihnimiz açık ve umudumuz güçlü olmalıdır. Ulusal sorunun çözülmesinde prensip olarak kendi kaderini tayin hakkı kabul edilir. Kendi kaderini tayin hakkı da özünde ayrı bir devlet kurma hakkıdır. Kendi kaderini tayin hakkı iki şekilde gerçekleştirilebilir:
1- Ezilen ulus tercihini ayrı ve bağımsız bir devlet yönünde kullanır.
2- Ezilen ulus diğer ulusla beraber kalır, her iki ulusun hak ve realitelerini eşit olarak ifade eden bir devlet kurulur.
İki şekilde de çözüm yeni bir devletin kurulmasıdır. Yani toprak ve iktidar sorunu olarak, ulusal sorunun, eski devlet içinde çözümü mümkün değildir; birlikte veya ayrı, yeni bir devlet gereklidir! Bu iki şekilden hangisinin gerçekleşmesi gerekir? Bu daha çok özgürlük mücadelesi süreci, iki toplum arasındaki ilişkiler, kendi kaderini tayin hakkını elde etme şekli ve uluslararası koşullara bağlıdır. Yugoslavya eskiden federasyondu, iç savaş ve BM şemsiyesi altında ABD müdahalesinden sonra, kimse neden 6 devletin kurulduğunu sormadı. O toplumların birlikte kalma koşulları kalmamıştı. Güney Kürdistan’da 130 yıllık özgürlük savaşı, ve daha sonra ABD’nin müdahalesi federal bir Irak’a yol açtı; şimdi Kürdlerin federal bir devleti kurulmakta ve Kürdler ayrılma haklarını da saklı tutmaktadır. (Ancak bence Amerikan Federalizmi Kürdistan’daki devletleşmeye model olamaz. Kürd halkı geleceğini tayin ettiğinde, özgür bir şekilde ve gönüllü olarak komşu halklarla birlikte yaşaması gerekirse ya da öyle karar verirse, buna uygun şekil federalizm değil, konfederalizm olur.)
Geçen yüzyılda kendi kaderini tayin hakkı daha çok bağımsız devletlere yol açmıştır (bazı mandater veya yeni sömürgeci sistemler bağımsızlığa geçişte köprü işlevi görmüştür). Sosyalist devletler deneyiminde federal bir şekil daha önde görünmektedir. Federasyon veya bağımsızlık tartışması egemenlik şekliyle ilgili olup, bu tartışmayı öne çıkaran arkadaşlar, kendi kaderini tayin hakkında netlik olmadığını, talebimizi netleştirmemiz gerektiğini söylemektedirler. Son yıllarda Kuzey Kürdistan’da Federasyon talebi güçlenmektedir; bu, Güney Kürdistan’ın etkisi, sosyalist düşünce, reel-politikerlik ve globalizm dalgasıyla ilişkilidir. Kürdistan parçalanmış bir ülkedir; bundan dolayı hiçbir parçada komşularla federasyon kalıcı bir çözüm olamaz. Siyasî realite Kürdleri buna mecbur bıraksa bile, geçici olacaktır. Bu yüzden, ‘konfederasyon veya bağımsızlık’ tartışmasını ‘federasyon veya bağımsızlık’ tartışmasından daha rasyonel görmekteyim. Ancak bugün bu seçeneklerden birini tercih etme aşamasında değiliz. Bu tartışmayla Kürd siyasi güçlerini derinden bölmeyi erken ve gereksiz görüyorum. ÇG’nun projesi dahilinde kendi kaderini tayin hakkı bize yeter ve daha uzun bir süre yetecektir. Kendi kaderini tayin hakkı iddia edildiği kadar da bulanık bir talep değildir. Ben kendi kaderini tayin hakkı talebinden şunları anlıyorum:
-Kürdlerin ayrı devlet kurma hakkının kabul edilmesi;
-Türk ordusunun Kürdistan’dan çekilmesi, bütün militer ve para militer kurumların dağıtılması;
-Zindanlardaki, dağlardaki ve yurtdışındaki bütün Kürdler için serbest siyaset hakkı;
-Kürdistanî örgütlerin propaganda ve siyasi mücadelesi önündeki bütün engellerin kaldırılması;
-Böyle özgür bir atmosferde özgür propaganda için verilen makul bir süreden sonra, referanduma gidilmesi;
-Kürdistan halkının federasyon, konfederasyon veya bağımsız bir devlet kararını vermesi.
Benim kendi kaderini tayin hakkından anladığım budur, bu nedenle de onu bulanık bir hedef olarak görmüyorum.
Nezîrê Cibo: Bildiğiniz gibi Ortadoğu siyaset gündemi çabuk değişir. Son yıllarda çok şey değişti. Size göre bu değişim Kürd siyasetine nasıl bir etkide bulunmaktadır? Kürdler bu değişimlerin neresinde bulunmaktadır? Kimin ne talep ettiğini kısaca söyleyebilir misiniz? Türk Devleti neyi talep etmekte ve hangi ‘kartlar’ı oynamaktadır? Bu durumda Kürdlerin yeri neresi? Ya da Kürd siyaseti nasıl oluşturulmalıdır? ÇG bu süreçte ne yapabilir?
Fuat Önen: Bir soruyla başlayayım: Dünyayı, bölgeyi ve ülkemizi barış perspektifiyle mi, yoksa savaş perspektifiyle mi daha iyi anlayabiliriz?
Son yıllarda barış,uzlaşma,demokrasi sözcükleri havada uçuşuyor. Sorunların evrensel hukuk normlarıyla çözüldüğü global bir dünyada yaşadığımız ve yeni bir dünya düzeninin oluştuğu ısrarla, tam bir bombardımanla söyleniyor. Gerçek durum bunun tam tersidir. Dünya düzenini kaybetmiştir, yeni bir düzen arayışındadır ve bunun sancılarını yaşamaktadır. Dünyaya bir düzen verilmesi ve bunun olanaklı olması kapitalizmin dünya sistemine dönüşmesiyle ilgilidir ve 19. yüzyıl sonlarına denk gelir. Bu dönem aynı zamanda globalleşmenin birinci büyük dalgası dönemidir. Feodal parçalanmışlık sırasında dünyaya bir düzen vermek olanaklı değildi. 20.YY’ da dünya savaşlarıyla dünyaya düzen verilmiştir.
Bence ‘Savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir’ ve ‘Savaş, siyasetin zor araçlarıyla sürdürülmesidir’ şeklindeki eski tanımlar hala geçerli tanımlardır. 1.ve 2. savaştan sonra oluşan dünya düzenlerinin zirveleri olarak Cemiyet-i akvam ve Birleşmiş Milletler galiplerin iradelerini temsil eder. Bu savaşların ve oluşturdukları düzenlerin Kürdistan’a getirdikleri parçalanmışlık, statüsüzlük ve yok sayılmışlık olmuştur. 1.Dünya Savaşında parçalanıp bölge devletlerinin eklentisi haline getirilen Kürdistan, 2. dünya savaşında Mahabad direnişine rağmen statükoyu değiştirememiş ve büyük bir uluslararası uzlaşmayla yine yok sayılmıştır. 1960’lı yıllarda globalleşmenin ikinci büyük dalgası uluslararası ilişkilerde yumuşama, detant politikalarına yol açmıştır. Bu yumuşama görüntüsü altında sürdürülen çatışmaların da sonucu olarak 1989’da SSCSB’nin çözülmesiyle bir dönemin sonuna gelinmiş, 2.savaş sonrası kurulan dünya düzeni çökmüştür!
Dünya yeni bir düzen arayışı içindedir. Başta ABD olmak üzere, Batılıların Sovyet sisteminin çökmesinden sonraki şaşkınlığı fazla sürmemiş, kılıçlar tekrar kuşanılmıştır. Dünya, 1990’larda hızlanan globalleşmenin üçüncü büyük dalgası eşliğinde, post-modern üçüncü dünya savaşı ile bir düzene doğru yol almaktadır. Terörle mücadele, bu savaşta ABD ve taraftarlarının argümanı olmuştur; ancak bu, savaşın ve bir düzen arayışının nedeni değildir. ABD’nin Büyük Ortadoğu İnisiyatifi veya Projesi (BOP) ile Ortadoğu’ya demokrasi getirmeye çalıştığı argümanı bir safsatadır; ABD’nin amacı bu değildir. BOP savaşın İslam coğrafyasındaki cephesini tanımlamakta, enerji kaynak ve yollarının kontrolüyle Çin, Hindistan ve Rusya gibi Avrasya devletlerini tehdit etmektedir. Bu projeye Kuzey Afrika’nın katılması ile Fransız, İran ve Irak yoluyla da Alman nüfuzu tehdit edilmektedir. Bu savaşı görüp, anlamaksızın, bölgede ve Kürdistan’da ne olup bittiğini anlamak mümkün değildir.
Dünya düzeninin dağılmasıyla beraber siyasi sınırların değiştirilemezliği prensibi de çökmüştür, hayırlı olmuştur. Balkanlar’da Ortadoğu’da yeni devletler çıktı ortaya, başka yeni devletlerin de sırada olduğu görülmelidir. Ortadoğu’da yeni bir siyasi haritanın yanı sıra Kürdistan’ı da gören yeni bir uluslararası düzen herkesten çok ve herkesten önce biz Kürdlerin talebidir. ABD ve dünya siyasi aktörlerinin bu noktaya gelmesi Kürdlerin haklılığının bir göstergesi olarak görülmeli, siyaset alanında sağladığı avantajlar iyi değerlendirilip, kullanılmalıdır.
Kürdistan sorunu on yıllarca Kürd sorunu olarak adlandırılıp, bölge devletlerinin bir iç sorunu olarak gösterilmek istendi. Bu oyun bozulmuştur! Parçalanması ve parçalı halde tutularak yönetilmesi doğu-batı ittifakı ve ‘medeniyetler uzlaşmasıyla’ gerçekleşen Kürdistan sorununun bir dünya sorunu olduğu yadsınamaz hale gelmiştir. Süre giden post-modern 3.dünya savaşında Kürdistan sorunu, uluslararası ittifak ve suskunluğu aşarak dünya sorunu olarak ortaya çıkmış ve çözümünü dayatmıştır. Güney Kürdistan’da devletleşme yönünde atılan adım Ortadoğu siyasi haritasında açılmış bir gediktir. Bu mevzi korunmalı ve yeni Ortadoğu talebimizin bayrağı haline getirilmelidir.
Bu savaşın yanı sıra başka bir savaşı da görmeli, anlamalıyız; Türk egemenlik sistemi Kürd millet ve ülke gerçekliğine karşı açılmış bir savaştır. Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıl başlarında gerileme devrinden çözülme devrine geçti. Birinci Dünya Savaşı bunu daha görünür hale getirmiş ve Osmanlı topraklarının paylaşılması savaş hedefleri arasında sayılmıştır. Osmanlı yöneticileri, sivil-askeri bürokrasisi ve aydınları artık devleti koruma ve kurtarma yolları arar hale gelmişlerdi.
Abdülhamid’in Panislamizmi imparatorluğu islam coğrafyasında yeniden kurma arayışıdır. Enver Paşa’nın buna Pantürkizm’i eklemesi aynı amaçla bu kez Türkik dünyaya da uzanarak yeniden kurmaya dönük emperyal bir projedir. Teori ve fikir akımlarının Türk siyasetçi ve aydınları için bir inanç veya bilim konusu olmadığı, devleti koruyup kollama konusu olduğu unutulmamalıdır.
Bu projeler savaş ve sonrasında çökmüştür. Bu kez elde kalan devleti ulus-devlet olarak yeniden kurmak ve kurtarmak projesi şekillenmeye başlamıştır. Ancak bu kez de ortada ulus yoktur! Osmanlı bakiyesinden Türk ulusu yaratılmaya karar verilmiştir! Türk egemenlik sistemi bu kararın uygulama aracı olarak oluşturulmuş ve 80 küsur yıldır bu araçla bu hedefe ulaşılmaya çalışılmıştır. Bu hedefe ulaşmak için Kürtlerle savaşmak kaçınılmazdır. TC coğrafyasında toprakları üzerinde tarih boyunca çoğunluk oluşturmuş tek halk Kürtlerdir. Bu nedenle etnik bölünmelerden söz ederken Kürdler, Türkler, Araplar, Acemler vs. demektense Kürdler ve diğerleri demek daha doğrudur. Ancak bu tarafta da ulus var ama devlet yoktur!
Diğer yandan devletsiz İbranilerin de bu savaşta Türklerin yanında yer aldıklarını ve TC’nin Judao-Türkik bir devlet olarak kurulduğunu da unutmamalıyız. 80 yıldan fazla süren bu savaşın esası ve özü şudur: Bir tarafta ulussuz ulus-devlet kurmaya çalışan Türk egemenlik sistemi, öbür tarafta kendi topraklarında devletleşmeye çalışan Kürt halkı. Bir tarafın fazlasının öbür tarafın eksiği olduğu bir savaş görüyoruz. 80 yılın sonunda söylenebilecekler şunlardır: TC projesi başarısız olmuştur. Kürd halkı Türk ya da Türkiye ulusunun bir parçasına, Kürdistan Doğu-Güneydoğu Anadolu’ya dönüştürülememiştir. Kuzey Irak’ın Güney Kürdistan olarak tescil edilmesi gibi, Doğu-Güneydoğu Türkiye’nin de Kuzey Kürdistan olarak tescili kendini dayatmıştır.
Son yıllarda, bu savaş 3. Dünya Savaşıyla kesişmiş, iç içe girmiş, girift bir hale gelmiştir. Bu durum TC’nin işini daha da zorlaştırmaktadır. 21.YY’a kendisini çözme potansiyeline sahip farklı dinamiklerin etkisinde giren TC çözülme sürecine girmiştir. AB ile ABD arasında nüfuz çekişmesine konu olan TC, içerde ayrışmakta statüko çatırdamaktadır. Statüsünü tehdit ettiği için AB ile, ülke bütünlüğünü tehdit ettiğini düşündüğü GOP nedeniyle ABD ile kavgalı olan Türk Egemenlik Sistemi bu iki gücün tepkisinden çekindiği için avrasyaya mesafeli durmakta bu anlamda dünyada yalnızlaşmakta ve içerde gerilmekte, ayrışmaktadır. İsrail-ABD ortaklığı olarak görülen GOP’ un ilk sonucu TC de türkik ve judaik unsurların ayrışması olmuştur. Ayrışma ve çözülme devam edecektir.
Kürdistan bu savaşların zembereğindedir. Böyle bir dönemde Kürd siyasetçilerinin pasifist, konformist, uzlaşmacı paradigmaların zembereğinde olmaları talihsizliktir! Hızla değişen, kaygan bir zeminde siyaset yapmaya çalışıyoruz; diğer savaş zamanlarından farklıdır. Tek doğru siyasetin ilkeli siyaset olduğunu unutmadan bölge ve dünya gerçeklerini görerek yürümeliyiz. Bu nedenle ABDci,ABci,Avrasyacı olmadan Kürdistani olmayı esas alan bir ulusal projeyle yol almalıyız. Geniş ufuklu ve büyük düşünerek siyaset yapmalıyız. ÇG bu konuda ortak mekanımız, ortak inisiyatifimiz olabilir, öyle de olmalıdır.
Nezîrê Cibo: Kekê Fuat, bildiğiniz gibi son günlerde PKK gerillaları ile Devlet arasındaki çatışmalar artmıştı; ancak ABD, Türk Devleti ve Irak/Kürdistan İdaresi arasındaki hareketlenme ve diploması çalışmalarından sonra, PKK tek taraflı ateşkes ilan etti. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Daha önce de PKK birkaç kez bu tür adımlar atmış, ancak hiç sonuç vermemişti. Bu son ateşkes ne anlama gelmektedir; daha öncekilerden farkı var mıdır? Bundan sonrası için Kürd siyasetini ne durumda görüyorsunuz?
Fuat Önen: Ateşkes ateşle, barış savaşla anlaşılır!
Süre giden bu savaş anlaşılmadan, sebepleri analiz edilmeden yapılan barış çağrıları amaçlı olup, ülkemizde sürdürülen esas savaşın özünü gizlemek için kullanılmaktadır. Kürdistan’da savaş PKK ile başlamış değildir, PKK’yle de bitmeyecektir.
Kürdistan’da Türk egemenlik sistemi çözülmeden, Kürd halkı geleceğini kendisi özgür olarak tayin edip, ülkesinde siyasi iktidar sahibi olmadıkça, barıştan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü Türk egemenlik sistemi Kürdistan’a, Kürd milletine karşı açılmış bir savaş olup, son bulduğunda barıştan bahsedeceğimiz asıl savaş da bu savaşın kendisidir.
Silahlı mücadele, ateşkes dönemleri de dahil siyasîdir. Siyasî hedeflere varmak için kullanılan araçlardan biridir. Ateş etmek de ateşi kesmek de amaç değildir. Ancak bütün araçlardan daha fazla dikkat, ihtimam ve sorumlulukla kullanılması gereken araçlardır. Yine bütün araçlar gibi, yersiz, gereksiz, zamansız kullanılmaları durumunda dönüp sahibini vurur, işlevsiz kalır ve dejenere olurlar.
Yıllardır PKK ve önderi şiddetin hiçbir sorunu çözmediğini, çözümün barış ve uzlaşmada olduğunu kesintisiz söylemektedirler. Son yıllarda PKK’nin başlıca argümanları Kemalizm, demokratizm, ekolojizm, pasifizmdir. Bu argümanların yanı sıra yürütülen silahlı mücadele ve bu anlamda ateş etmek, hedefsiz, amaçsız kör bir şiddete dönüşmüştür. Çoğu zaman kimin karar verdiği, talebinin ne olduğu, kime karşı olduğu tartışma konusu olmuştur. Bu anlamda ve bu çerçevede, PKK tarafından silahlı çatışmanın durdurulması, ateşkes ilanı olumludur.
Çünkü PKK’nin görünür talepleri şunlardır: tecridin kaldırılması, genel af, dil ve kültür alanında Kopenhag sınırlarını geçmeyen demokratik adımların atılması. Bu türden talepler silahlı mücadelenin konusu olamazlar, olmamalıdırlar. Bu taleplerle gösteriler düzenlenir, imza toplanır, sivil kampanyalar düzenlenir, ancak silahlı mücadele verilmez. Elinde silah genel af talep eden gerilla resmi, gerilla tarihine karşı da saygısızlıktır. Ancak son 7 yılda, bu taleplerle ve bu pasifist propaganda eşliğinde sürdürülen ‘silahlı mücadele’de 900 civarında gerilla yaşamını yitirmiştir. Evet bu ateş kesilmelidir.!
Son ateşkese gelirsek, ateşkesin önünü açan ve ondan daha da önemli görünen ABD-TC-Irak temsilcilerinden oluşan koordinatörlük kurumudur. Bu kurumun TC tarafından kabul edilmesi önemlidir; 2 yıl önce gündeme gelen ve TC tarafından red edilen bu kurumun kabul edilmesi önemlidir. Bu, TC’nin sorunun kendisi ve vatandaşları arasındaki bir anlaşmazlık değil de uluslararası boyutlarıyla Kürdistan sorunu olduğunu itiraf etmesidir. Bu projenin arkasında ABD’nin olduğu açıktır. Ancak amaçları tartışmalıdır. ABD’nin TC’yi BOP projesinde kullanmak istediği ve Türk genelkurmayının buna direnç gösterdiği bilinmektedir. ABD savunma bakanının 1 Mart tezkeresinin geçmemesinden hükümeti değil de orduyu sorumlu tuttuğu unutulmamıştır. Ayrıca ABD’nin bu direnci kırmak için Kürd kartı ve yanı sıra PKK kartını kullandığı da sır değildir. ABD’nin Türk siyasetindeki bölünmeleri ve bu arada hükümet-ordu çelişkisini de kendi politikaları bakımından değerlendirdiği, koordinatörlük kurumunun orduyla değil hükümetle kotarıldığı anlaşılmaktadır. Türk devletinin Kürd halkına karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye niyetinin ve bunu yapmak için bir projesinin olmadığı açıktır.
Kürd tarafında da durum karışık görünmektedir. İmralı açıklamasıyla Güneyli Kürdlerin inisiyatif almalarını engellemek istediler. PKK tek taraflı, hesapsız kitapsız ateşkeslerle bu aracı dejenere etmiştir. Kuzeyde PKK dışındaki muhalefet dağınık ve işlevsiz olup, sürece müdahale edememektedir. Kandil’deki koalisyon ve İmralı ile olan ilişkileri, son dönemde Kandil-ABD-Güney ilişkileri, bunun ABD’nin İran’a muhtemel bir müdahalesiyle bağlantısı, bütün bunlar göz önünde tutulmalıdır.
Sonuç olarak, amaçsız, hedefsiz ateşin kesilmesi olumludur. Kürdistan bütün parçalarıyla post-modern dünya savaşının cephe ülkesidir. Siyasal mücadele kaygan zeminde, dağılan başka tarzda yeniden kurulan ittifaklarla gelişiyor. Gelişmeler titizlikle ve çok yönlü izlenmeli, Kürdistan tarafı bu savaşta ulusal bir projeyle, kendisi olarak ve kendisi kalarak, siyasi iktidar perspektifiyle yer almalıdır.
Nezirê Cibo: Bu yeni durum ÇG projesine nasıl etkide bulunacaktır, PKK veya konseptiyle de görüşme, temas veya birlik ve işbirliği mesajlarının oluşması mümkün müdür?
Fuat Önen: Amaçsız ve hedefsiz ateşin kesilmesi ÇG’nun projesine uygun olup, bence grup bu çerçevede olumlu bakacaktır. Meşruiyetini haklılığından alan, mücadele tarzı olarak sivil itaatsizlik ve kitlesel eylemleri esas alan ÇG, bu ateşkesin barış olmadığını bilmeli ve halkımızı imha etmek için yıllardır sürdürülen savaşın sona erdirilmesi için ateşkes sürecinde daha güçlü bir sesle ulusal güçlere birlik çağrısı yapmalıdır.
ÇG açık alanda mücadele vermektedir; bu gizli alanı görmesine engel değildir. Kürdistan’da gizliliğin nedeni de adresi de Türk egemenlik sistemidir. Sistemin illegal saydığı çok sayıda yurtsever gruplarımız var ve bunlar ülkemizin gerçeğidir; bence, yurtseverlikleri meşruluklarının karinesidir. Bu anlamda, PKK, PSK, PDK, PRK, vb örgütler, ÇG Şer’ine uygunluğu ölçüsünde ulusal birlik çağrısının muhatapları olarak görülmelidirler.
Sorunuza yanıt olarak, açık alanda muhatabımız DTP’dir. Bu konuda birkaç yerel toplantıda görüşlerimi belirtmiştim; özetle şunlardır;
DTP’liler yanlış yerde duran kardeşlerimiz olup, yanlışlar yapmaktadırlar. Yanlış yerdedirler, çünkü Kürdistanîlikle güçlendiler, fakat Türkiyelileşmeye çalışıyorlar. Bu yer yanlıştır. Üniter devleti savunuyorlar; üniter devlet Kürd millet ve ülke gerçekliğinin inkarıdır; bu yol yanlıştır. DTP kitlesinin esasını şehit, gerilla ve tutuklu, hükümlü yakınları oluştururken, bu kitleye Kemalizm’in çözüm olarak önerilmesi insafsızlıktır. Kemalist devlet tarafından on binlerce insan öldürülmüş, binlerce köy yakılmış, yıkılmış, Kemalist zindanlarda binlerce yurtsever tutulmuş, binlerce genç Kemalizm’in zulmünden dolayı dağlara çıkmıştır. Bu yol yanlıştır; Kemalizm, Kürdleri ileriye götürmez ve Kürdler, Kemalizm’e gerilemezler!
ÇG bu bilinçle ulusal özgürlük mücadelesinde ortak tutum almak için ısrarla çağrıda bulunmalıdır. Onlar bizi hain, düşman gibi kavramlarla suçlayabilirler, fakat bu bizim de onlara böyle yaklaşmamızı gerektirmez. Onlar kardeşlerimizdirler; son 25 yılda Türk egemenlik sisteminin zulmüne bizden daha fazla maruz kalmış, özgürlük mücadelemizin yükünü taşımış, onun için ağır bedeller ödemişlerdir. Aynı zamanda, yurtsever mücadeleye bağlı oldukları sürece, er geç yollarımızın kesişeceği de unutulmamalıdır.
Nezîrê Cibo: Bu röportaj için çok teşekkürler, kekê Fuat, son bir sözünüz varsa, buyurun?
Fuat Önen: Umarım bu çetin ve geniş sorularınızı yanıtlayabildim. Size, NETKURD yönetici ve okurlarına başarılar diler, bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.
ÇG ile ilgili görüşlerimi daha önce toplantılarda ifade etmiş olduğum ve yayınlanmış oldukları için, aynı zamanda kek İ. Güçlü ve kek Sabahattin ile yaptığınız röportajlarda da kapsandığı için, ÇG’nun ortaya çıkış sürecine ayrıntılı olarak değinmedim. Ancak yine de okumak isteyen Netkurd okurları için o yazıların linkini vermek istiyorum:
Yorumlar
Yorum Gönder